25 Kasım 2017 Cumartesi

Kazakistan'da Rusya-Çin Rekabeti

Kazakistan'da Rusya-Çin Rekabeti

 Alp Yüce KAVAS 03 Eylül 2014


 Kazakistan, Avrasya’da Yeni İpek Yolu olarak ifade edilen ticaret ve enerji nakil güzergâhında stratejik bir konuma sahiptir. Özellikle Avrupa ile Doğu Asya arasında artan ticari ilişkilerle birlikte Kazakistan’ın Yeni İpek Yolu kapsamındaki coğrafi konumu öne çıkmakta, Rusya ve Çin petrol ve uranyum kaynakları açısından zengin olan bu ülke üzerinde etkili olmaya çalışmaktadır. Kazak karar alıcılar, Batılı devletleri yatırımlara teşvik ederek Rusya ve Çin’in Kazakistan üzerindeki etkisini dengelemeye çalışırken, bu teşviklerin Moskova ve Pekin’le ilişkilerine zarar vermemesine özen göstermektedir. Bölgesel ve uluslararası konjonktür, Kazakistan’ın denge stratejisini kolaylaştırmakta, ulusal çıkarları doğrultusunda daha rahat hareket etmesini sağlamaktadır. Bu analizde öncelikle Kazakistan'ın dış politikasına kısaca değinilmekte, Rusya ve Çin’in bu ülke için ne anlam ifade ettiği açıklanmaktadır. Daha sonra ise Astana'nın Moskova ve Pekin’le olan ilişkilerinin ekonomik ve askeri boyutları ele alınmakta, Kazakistan’daki rekabette iki büyük gücün birbirine kıyasla güçlü ve zayıf yönleri üzerinde durulmaktadır. Kazakistan’ın Dış Politika Vizyonu 1992 yılında bağımsızlığına kavuşan Kazakistan Cumhuriyeti’nin bu tarihten itibaren dış politikasını salt Moskova yerine çok eksenli bir boyutta sürdürmeyi hedeflediği ve bu hedefini kararlılıkla uygulamaya çalıştığı görülmektedir. Bu noktada Astana, Moskova ve Pekin ile ilişkilerinde ‘denge’ unsurunu gözetmeye özel önem atfetmektedir. Mayıs 2014’te Avrasya Ekonomik Birliği’ni kuran antlaşmaya imza atan ve 2015’te Avrasya Birliği’nin kurucu devletlerinden birisi haline gelecek Kazakistan’ın aynı zamanda 2001’den beri Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olması bu dengeli dış siyaseti sürdürmesini kolaylaştıran bir etkendir. Kazakistan’ın ayrıca 1997 yılında Asya Kalkınma Bankası’nın girişimiyle kurulan ve üyesi olduğu Orta Asya Bölgesel Ekonomik İşbirliği (CAREC) Programı bünyesinde Çin’le Batılı ülkeler arasında köprü kurma isteğini dile getirerek küresel oyuncular nezdinde öne çıkmaya çalıştığı gözlemlenmektedir. Kazak karar mercileri, bağımsız bir devlet olarak Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin karmaşık ve esnek yapısına uygun biçimde, çok yönlü ve dengeli bir dış politikanın gerekli olduğunun bilincindedir. Nazarbayev, ülkesinin sahip olduğu maddi kapasiteleri ve aynı zamanda sınırlılıklarını dikkate alarak pragmatik ve işbirliğine açık bir imaj çizmeye gayret etmektedir. Bu bağlamda dış politika konseptinde BM başta olmak üzere uluslararası teşkilatlarla ortak hareket edilmesi, diğer devletlerin egemenlik haklarına ve toprak bütünlüklerine saygı gösterilmesine vurguda bulunulmaktadır. Kazak devletinin resmi duruşu, Rusya'nın Kırım'ı tartışmalı ilhakı sonrası Astana’yı zor durumda bırakmıştır. Bir yandan Avrasya Birliği'nin oluşturulması için Moskova ile ortak hareket eden Kazakistan, öte yandan etnik Rus nüfusun yoğunlaştığı sanayileşmiş kuzeydeki bazı vilayetlerde özellikle Nazarbayev sonrası süreçte Moskova'nın ve/veya yerel Rus milliyetçilerinin hak iddia etmesinden endişe etmektedir.(1) Kazakistan dış politikasının önceliklerine göz atmak ve iki bölgesel büyük güçle ilişkilerini masaya yatırmak açısından Dış Politika Konsept Belgesine kısa değinmekte yarar görünmektedir. 2014-2020 yıllarını kapsayan Kazakistan Dış Politika Konseptinde ülkenin hangi ana amaçlar doğrultusunda dış politika yürütmeyi hedeflediğine, stratejik önceliklere, ekonomi politiğe ve uluslararası ilişkilerdeki 'insani boyuta' değinilmesi uygun görülmüştür. Bu kapsamda Kazakistan genel anlamda bölgesel istikrarı ve neoliberal ekonomi politikalarını gözeten bir hareket tarzı sergilemektedir. Diğer taraftan ülkenin önemli bir enerji üreticisi ve aynı zamanda geçiş güzergâhında olması nedeniyle enerji güvenliği önemi haiz konular arasında sıralanmaktadır.(2) Astana’nın Moskova ve Pekin’e yönelik değerlendirmeleri ise kuşkusuz dış politika anlayışının önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu noktada bölgesel bütünleşme hareketleri aracılığıyla Sovyet dönemine benzer biçimde tümüyle Rusya’nın nüfuzu altına girmiş bir Kazakistan ile Çin’in özellikle ekonomi ve ticari yöntemleri ön plana çıkararak Rusya’nın nüfuzunu kendi lehine en düşük düzeye indirgediği, bu yolla Kazakistan ekonomisini bütünüyle kendisine bağımlı kıldığı senaryolar Kazak karar alıcılar nezdinde 'en tercih edilmeyenler' niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla Kazak yöneticiler iki ülkeye dönük ilişkilerinin düzenlenmesinde bir tarafın diğerine bütünüyle üstünlük sağlamasını engellemeyi amaçlamaktadırlar. Bununla birlikte bu hedef aynı zamanda her iki ülkeyle de daha yakın boyutta ilişkilerin kurulması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Nitekim yukarıda değinilen Konsept belgesinde Kazakistan Cumhuriyeti'nin Rusya ile imzalanan İyi Komşuluk ve İttifak Antlaşması temel alınarak, siyasi, ekonomik, ticari ve kültürel alanlarda bu ülkeyle işbirliğini sürdüreceği ve bu yolla ikili ilişkileri güçlendireceği beyan edilmektedir. Çin ise ilgili belgede ‘stratejik ortak’ olarak tanımlanırken, iki ülke arasında enerji yatırımları, teknoloji, ekonomi, ticaret, insani yardım, ulaşım, ziraat ve çevrebilim alanlarında işbirliği ve diyalogun geliştirilmesi ayrıca sınır ötesi su kaynaklarının ortak kullanımı öngörülmektedir.
Diğer taraftan Astana'nın dış politika öncelikleri açısından Moskova'nın ilk, Pekin'in ise ikinci sırada yer alması her iki bölgesel büyük gücün bu Orta Asya Cumhuriyeti üzerindeki nüfuzunu ortaya koymaktadır. İlgili belgede bir başka dikkat çekici husus ise Rusya ile olan ilişkiler daha genel düzeyde tanımlanırken Çin ile girişilen/girişilmesi hedeflenen işbirliği alanlarına daha ayrıntılı bir biçimde yer verilmiş olmasıdır. Bunun nedeni olarak Rusya ile tarihsel anlamda asimetrik ilişkilere maruz kalmış Kazakistan’ın Çin ile ekonomik ve ticari ilişkilerini önceden belirli bir çerçeveye oturtma gayreti biçiminde değerlendirilebilir.
 Rusya-Çin Rekabetinin Ekonomik-Ticari Boyutu Kazakistan'ın ekonomik yapısına kısaca göz atıldığında hidrokarbon kaynaklarının ve madenciliğin özel bir yer tuttuğu görülmektedir. Ülkede 2013 yılında kişi başına düşen GSYİH 14.000 doların biraz üzerindedir ve bu rakam ülke ekonomisinin diğer Orta Asya cumhuriyetleri üzerindeki üstünlüğünü ortaya koymaktadır.(3) Kazakistan ekonomisindeki refah seviyesinin yükselmesinde 11 Eylül terör saldırısı sonrası şekillenen küresel gelişmelere bağlı olarak dünya petrol fiyatlarında görülen belirgin artış etkili olmuştur. Örneğin Dünya Bankası tarafından ‘uluslararası fakirlik düzeyi sınırı’ olarak kabul edilen günde kişi başı 2,5 doların altında geliri olanlar dikkate alındığında 2001 yılında ülkede fakirlik oranı %41 düzeyindeyken bu rakam 2009’da %4’e inmiştir.(4) Kazakistan'ın 2013 yılı günlük toplam petrol üretimi yaklaşık 1,6 milyon varildir. Bahsi geçen günlük üretim miktarı yaklaşık olarak Orta Asya cumhuriyetlerindeki günlük toplam petrol üretiminin %83’üne, dünya genelindekinin de %2’sine tekabül etmektedir. Üretilen ham petrolün büyük ölçüde dışarıya ihraç edildiği dikkate alındığında petrol gelirinin ekonomik yönden sağladığı katkının boyutları daha iyi anlaşılabilmektedir. Ülkedeki 2013 yılı toplam doğalgaz üretimi ise yaklaşık 12,3 milyar metreküp tutarında gerçekleşmiştir ve üretilen miktarın büyük bir kısmı ülke içi tüketime ayrıldığından ihracata ayrılan bölümü oldukça sınırlı düzeyde kalmıştır.(5) Nükleer enerji ve silah sektörü açısından oldukça kritik bir maden olan uranyum üretiminde Kazakistan dünyada birinci sıradadır. Kazakistan'ın yerli nükleer enerji şirketi Kazatomprom 2013 yılında dünya uranyum üretiminin %21'ini tek başına gerçekleştirmiş, ülkenin toplam uranyum üretiminin dünya genel üretimindeki payı ise %38 olmuştur.(6) Bu durum Kazakistan'ı nükleer alanda stratejik işbirliğine uygun bir ülke konumuna yükseltmektedir. 2006 yılında Rusya ile Kazakistan nükleer alanda müşterek girişim (joint venture) anlaşmaları imzalayarak 10 milyar dolar tutarında yeni nükleer santral yapımı ile uranyum üretim ve zenginleştirme projelerini hayata geçirmeyi hedeflemiştir. Anlaşma kapsamında 2011’de Kazatomprom Rusya’daki Novuralsk uranyum zenginleştirme tesisinin %25’ine sahip olmuştur.(7) Ekonomik büyüme ve kalkınma hızına paralel olarak enerjiye ihtiyacı artan Çin ise nükleer enerji kapasitesini geliştirmeyi hedeflemektedir. Pekin yönetimi bu hedef doğrultusunda nükleer yakıt üretimi için kritik önemdeki uranyumu Kazakistan’dan doğrudan ithal etmek yerine bu ülkedeki uranyum madenlerinin keşif ve işletilmesine ortak olmaya, böylece nükleer enerjide hammadde bağımlılığını azaltmaya yönelmiştir. Çin Genel Nükleer Güç Grubu 2006-2007 yıllarında Kazatomprom ile nükleer enerji alanında stratejik işbirliğine yönelik anlaşmalar imzalamış, bu yolla Çinli enerji şirketi Kazakistan’daki uranyum madencilik sektöründe etkili olmayı amaçlamıştır. Diğer taraftan Kazatomprom da bu anlaşmalar sayesinde Çin’in en büyük uranyum ve nükleer yakıt tedarikçisi haline gelmiş, 2014 yılının ilk yarısında Kazakistan uranyum ihracatının %55’i Çin’e gerçekleştirilmiştir.(8) Kazakistan ekonomisinde enerji kaynaklarının özel bir yer teşkil etmesi nedeniyle enerji güvenliğinin sağlanması ve bölgesel istikrarın korunması oldukça önemlidir. Kazakistan’ın açık denizlere çıkışı olmaması, diğer ülkelere dönük enerji nakil hatlarının inşasını zorunlu kılmaktadır. Kazakistan Rusya’ya petrol ihracatını iki ana boru hattı üzerinden gerçekleştirmektedir. Bunların ilki Tengiz, Kaşagan ve Karaçaganak'taki kuyulardan çıkan petrolü Rusya'nın Novorossiysk limanına taşıyan Hazar Boruhattı Konsorsiyumu (HBK) ikincisi ise Atırav’da çıkan petrolü Rusya’daki Samarra’ya taşıyan diğer petrol boru hattıdır. Öte yandan Astana, bağımsızlığının ilk yıllarından itibaren Sovyet döneminde tamamen Moskova'ya bağımlı kalan enerji hatlarını çeşitlendirmeyi hedeflemiştir. Bu kapsamda Aktöbe sahasından çıkarılan petrolün öncelikle Atırav'a, ikinci aşamada ise Çin’deki Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Alaşanku şehrine taşınması için 2005'te boru hattı açılmıştır. Ayrıca Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattına Kazakistan'ın da bir ek hatla dâhil edilmesi gündeme gelmiştir.(9) Rusya’ya olan ekonomik bağımlılığı azaltmayı hedefleyen Astana'nın özellikle enerji nakil güzergâhlarında çeşitlendirmeye gitmesi Çin'i bu ülke için ticaret ve yatırımlarda uygun bir alternatif haline getirmektedir. Bu bağlamda hâlihazırda Orta Asya cumhuriyetleri içinde Kazakistan, Çin'in en büyük ticari ortağı haline gelmiştir. Kazakistan'a yatırım yapan/yapmayı hedefleyen Çinli şirketlerin çoğunluğu devlet sermayelidir ve Çin hükümeti tarafından da ciddi ölçekte desteklenmektedir. ABD'li akademisyen Daniel O’Neill'e göre Kazakistan'da liberal demokrasi ilkelerinin zayıf olması özellikle Batılı şirketlerin yatırımlarında çekingen davranmalarına neden olurken Çinli şirketlerin ülkede daha rahat, güvenli ve uzun vadeli yatırımlar yapmasının önünü açmaktadır. O’Neill, Çin hükümetinin Kazakistan’a verdiği uzun vadeli kredilerin bu şirketlerin yatırım anlaşmalarında önemli avantajlar elde etmesini sağladığı düşüncesindedir.(10) Bununla birlikte Kazakistan’daki yabancı yatırımlarda Batılı ülkelerin oranları, genel anlamda Batılı şirketlerin O’Neill’in belirttiği kadar çekingen hareket etmediğine işaret etmektedir. Çin Ulusal Petrol Şirketi (ÇUPŞ) 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Kazakistan'da gerçekleştirdiği enerji yatırımlarıyla dikkat çekmektedir. ÇUPŞ, 1997'de Kazak Aktyubinsk Petrol ve Gaz Şirketinin %60 hissesine sahip olurken, 2003'te Aktöbe MunayGaz'ı tamamen satın almıştır. ÇUPŞ, en göz alıcı yatırım olarak ise Kazakistan'ın başlıca enerji şirketi PetroKazakstan'ı 2005 yılında satın alarak bu firmanın çeşitli petrol ve doğalgaz yataklarını işletim hakkını devralmıştır.(11) 2013 senesinde Çin'in Kazakistan'daki enerji üretimindeki payının yaklaşık dörtte bir oranında olduğu tahmin edilmektedir.(12) Bu oran son dönemde Kazak karar mercilerinin enerji (özellikle hidrokarbon) kaynaklarına yönelik üretim kapasitesini artırma politikalarıyla birlikte düşünüldüğünde, Pekin’in Orta Asya'da önemli ekonomik avantajlar elde edebileceğine işaret etmektedir. Çin 2013'te petrol ve doğalgaz sondajının yanı sıra çeşitli altyapı projelerini de içeren farklı sektörlerde Kazakistan ile 30 milyar dolar tutarında yatırım anlaşmaları imzalamıştır.(13) Nazarbayev'in Çin ile Kazakistan arasında kendi para birimleriyle karşılıklı ticari faaliyetler yürütülmesi ve Kazak petrolünün demiryoluyla Çin'e taşınması projesine sıcak bakması nedeniyle yakın gelecekte Çin'in Kazakistan için başlıca ticari güzergâh haline gelme potansiyeli söz konusudur. 2013 başında Kazakistan Rusya'dan petrol ithalatının sınırlandırılmasına gidilebileceğini açıklamış ve ülkede çıkan petrolü Rusya’dan çok Çin’deki rafinerilere göndermeye başlamıştır.(14) Kazakistan’ın bu tutumunu sürdürmesi durumunda Rusya’nın bu ülkeye doğalgaz ihracatını gözden geçirmesi ve önemli dış politika araçlarından biri haline getirdiği ‘enerji şantajını’ yürürlüğe koyması kaçınılmaz görünmektedir. Kremlin, Çin'in Kazak ülkesinde gerçekleştirdiği enerji yatırımlarını uzun zamandan beri yakından ve biraz da endişeyle takip etmektedir. SSCB sonrası yeni Rus devleti ‘Yakın Çevre’ olarak tanımladığı bölgelerde Çarlık ve Sovyet dönemlerini andıracak biçimde siyasi, ekonomik, ticari, askeri ve sosyokültürel alanlarda nüfuz sağlamayı hedeflemektedir. Kazakistan'ın da Yakın Çevre’deki en önemli ülkelerden biri olduğu iki ülkenin uluslararası alandaki ortak girişimleri göz önünde bulundurulduğunda ifade edilebilir. 1995 yılında Avrasya'da Gümrük Birliği rejimi Rusya, Kazakistan ve Belarus öncülüğünde oluşturulmuştur. Bu üç ülkenin aynı zamanda Mayıs 2014'te imzalanan antlaşma sonucunda yaklaşık 170 milyon nüfusa ve de 4 trilyon dolar GSYİH’ya sahip Avrasya Ekonomik Birliği’ni kurmaları, 2015’te hayata geçmesi hedeflenen Avrasya Birliği’nin çekirdek kadrosunu oluşturması şaşırtıcı değildir. Diğer taraftan Nazarbayev'in 1995'te kurulan Gümrük Birliği rejimine Türkiye'yi de dâhil etmek gerektiğine yönelik açıklaması Rusya'nın bölgesel egemenlik kurma hevesini kırmaya dönük bir girişim olarak değerlendirilmelidir.(15) Kazak yöneticilerin AEB’yi bir siyasi birlikten çok ekonomik temelli bir bütünleşme hareketi olarak değerlendirmeleri, BDT alanı dışındaki devletlerin de oluşuma dâhil olması yönündeki beyanatları Astana’nın çok yönlü ve bağımsız dış politika stratejisinin bir parçasıdır. Yukarıda değinilen olumsuz etkenlere karşın Rusya'nın Kazakistan'da ekonomik ve ticari etkinliğini yitirmediği görülmektedir. Örnek vermek gerekirse Rusya’nın en büyük ikinci petrol şirketi konumundaki Lukoil Kazakistan’daki hidrokarbon üretiminin % 10’unu tek başına gerçekleştirirken aynı zamanda ülkede yeni yatırımlar için Kazak hükümetiyle müzakereler yürütmektedir.(16) Lukoil diğer başlıca Rus enerji şirketleri Rosneft ve Gazprom ile birlikte Kazakistan'da 18 farklı projede yer almaktadır/yer almayı hedeflemekte, Tengiz ve Karaçaganak gibi önemli sahalardaki petrol üretiminin bir bölümünü üstlenmiş bulunmaktadır.(17) 2013 yılında Rus şirketlerinin genel olarak Kazakistan'a yaptığı yatırımın 16 milyar dolar tutarında olduğu tahmin edilmektedir.(18) Kazakistan’ın dış ticaretinde Rusya ve Çin’in konumu ise dikkat çekicidir. 2013 yılında Kazakistan yaklaşık 44 milyar dolar ithalat, 76 milyar dolar civarında da ihracat gerçekleştirmiş, dolayısıyla dış ticaret fazlası sağlamıştır. Rusya Kazakistan’ın ithalatında %41’lik oranla ilk sırada yer alırken Çin %14’le ikinci sıradadır. Kazakistan’ın ihracatında ise Çin %19 oranıyla ilk sırada yer alırken Rusya %8,4’le üçüncü sırayı almıştır.(19) Bu veriler ışığında Çin’in özellikle enerji alanında ciddi yatırımlarına karşın Rusya’nın Kazakistan üzerindeki ekonomik etkisi görülebilmektedir. Kazakistan’ın 2012 yılı toplam petrol ihracatında Çin %16’lık payla %26 dolayındaki İtalya’nın ardından ikinci sırayı alırken Rusya Kazakistan’ın başlıca petrol ihraç ettiği ülkeler arasında yer almamaktadır.(20) Bir enerji üreticisi ve ihracatçısı olan Rusya’nın aksine Çin’in hızla büyüyen ekonomisi için hidrokarbon kaynaklarına olan ihtiyacı noktasında Kazakistan’a olan enerji bağımlılığı ortaya çıkmaktadır. 2005-2013 yılları arasında Kazakistan'da gerçekleştirilen doğrudan yabancı yatırımların 180 milyar dolara ulaştığı görülmektedir. Bu yatırımların %44'ü Hollanda, ABD ve İsviçre tarafından gerçekleştirilirken, Çin %5,5 ile dördüncü, Rusya ise %4 civarındaki payıyla sekizinci sırada yer almıştır.(21) Rakamlar dikkate alındığında Batılı ülke ve şirketlerin Kazakistan’daki yatırımlarda genel anlamda ‘dengeleyici’ bir unsur olarak öne çıktıkları görülmektedir. Bunun temelinde Batılı ülkelerin enerji alanındaki özel ilgisinin yanında Kazak karar alıcıların bilinçli tercih ve yönlendirmeleri de rol oynamaktadır. Rusya ve Çin'le Askeri Alandaki İlişkiler Kazakistan Silahlı Kuvvetleri (KSK) 1992 yılında Nazarbayev'in Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kurulmuştur. KSK; Kara ve Hava Kuvvetlerinin yanı sıra, Sınır Muhafızları, seçkin Cumhuriyet Muhafızları ve 2003'te oluşturulan Deniz Kuvvetlerinden müteşekkildir. Kazakistan genel anlamda barışçıl ve işbirliğine açık bir imaj çizmeye gayret ettiğinden savunma harcamalarını sınırlı düzeyde tutmaktadır. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü (SIPRI) verilerine göre Kazakistan'ın 1993-2011 arası askeri harcamalarının GSYİH'ye oranının yıllara göre %1 civarında seyrettiği görülmektedir.(22) Bu durum 2011'de Cumhurbaşkanı Nazarbayev tarafından onaylanan Kazakistan Cumhuriyeti Askeri Doktrini ile de tescillenmiştir. Sözü edilen Doktrinin en dikkat çekici noktalarından biri olarak NATO'yu daha çok uluslararası barışı korumakta standartları belirleyen örgütlenme biçiminde değerlendirmesi ve 2007'de yayımlanan belgenin aksine işbirliğine daha az göndermede bulunmasıdır. Bunun yerine doktrinde tehdit algısı olarak herhangi bir ulus-devlet yerine ulus-aşırı yapılanmaların (özellikle terör örgütleri ve organize suç örgütlerinin) ön plana çıkartıldığı ve bu yeni tehdit unsurlarıyla mücadelede Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) ve ŞİÖ ile eşgüdümlü hareket edilmesi öngörülmektedir.(23) Bu bağlamda Astana'nın özellikle Kazakistan’daki aşırılık yanlısı unsurlara karşı iki teşkilattan da yararlanmayı hedeflediği ifade edilebilir. Sovyet ordu modelinden etkilenmiş görünen ve envanterinde büyük oranda Sovyet-Rus menşeli silahlar bulunduran Kazak ordusunun ilk bakışta Rusya'nın askeri strateji ve planlamaları ile büyük ölçüde bütünleşmiş bir askeri güvenlik anlayışı benimsediği düşünülebilir. Nitekim Rusya 2013 yılında Kazakistan'la askeri teknolojide işbirliğine yönelik bir antlaşma imzalamış ve 2014 yılı boyunca ortak tehditlere yönelik KGAÖ çerçevesinde Kazakistan'da tatbikat düzenlenmesi kararlaştırılmıştır.(24) Bu bağlamda Afganistan'da ABD birliklerinin çekilme takviminin netleşmesiyle gerek Moskova gerekse Astana ABD sonrası Afganistan'da oluşacak güç boşluğundan endişe duymaktadır. Kazak yetkililer öte yandan ülkedeki yerli savunma sanayinin geliştirilmesi ve bu yolla dışarıdan silah alımlarının büyük ölçüde azaltılmasını hedeflemektedir. Kazakistan Savunma Bakanlığı, 2020 yılına değin askeri amaçlı üretimin %80'inin ülke sınırları içerisinde gerçekleştirilmesi hedefini ortaya koymuş, 2013 yılında %50 oranında bu hedefe ulaşılmıştır.(25) En güçlü devletlerin dahi bilimsel-teknik tekellerini yitirmeye başladığı günümüzde bu hedefin oldukça iddialı olduğu söylenebilir. Bununla birlikte Rusya'ya sadece enerjide değil askeri açıdan da tamamen bağımlı kalmayı istemeyen Kazakistan için bu atılım oldukça önemli ve gereklidir. Kazakistan Savunma Bakanlığı'nın 2012'de Avrupalı Airbus grubuyla yaklaşık 1 milyar dolarlık 20 Eurocopter EC275 modeli helikopterin Kazakistan'da üretimi konusunda anlaşmaya varmasını bu çerçevede değerlendirmek yerinde olacaktır.(26) Çin ise hâlihazırda ekonomik ve ticari yönden Kazak ülkesi üzerinde sağlamaya başladığı etkinliğini askeri alanda gerçekleştirmekten henüz uzak görünmektedir. KSK envanterinde Çin menşeli silahlara rastlanmadığı gibi ŞİÖ çerçevesi dışında iki ülkenin askeri ortaklığı oldukça sınırlıdır. Çinli yetkililer belirli dönemlerde Kazak mevkidaşlarıyla ikili askeri ilişkilerin geliştirilmesi için çeşitli görüşmeler gerçekleştirmişse de işbirliğinin ne yönde şekilleneceği henüz netleşmiş görünmemektedir. Bununla birlikte Pekin'in uzun vadede gerekli bilimsel ve teknolojik atılımları gerçekleştirmesi durumunda Çin menşeli silahların ülkeye satılması hatta Kazakistan topraklarında ortak üretime geçilmesi olasılığı doğabilir. 22-25 Mayıs 2014 tarihlerinde gerçekleşen Kazakistan Savunma Sergisine (KADEX) 3 Çinli şirketin (GETAC, POLY ve NORINCO) katılması henüz oldukça mütevazı seviyede sayılsa da Pekin'in geleceğe dönük Kazakistan savunma pazarında yerini alma umudunu koruduğunu göstermektedir.(27) Kazak askeri öğrencilerin askeri yükseköğretim için ağırlıklı olarak BDT ülkelerini (özellikle Rusya) tercih etmelerine karşın Çin'e gidenler de bulunmaktadır. Kazak subayların ancak sınırlı bir kısmı Çince öğrenmektedir ve bu durum iki ülkenin askeri alanda geleceğe dönük işbirliğini kısıtlayıcı bir etkendir. Yine de ekonomik ve ticari alanda Çin ile Kazakistan arasındaki ilişkiler geliştikçe özellikle yeni kurulacak enerji nakil hatlarının güvenliğinin sağlanmasında işbirliği mümkün olabilir....

Rauf Denktaş


TURAN - ülkücü

Rauf Denktaş’ın Kıbrıs Sorunu Üzerine Sözleri


Kıbrıs sorunu neden çözülemiyor? Taraflar neden uzlaşamıyor? Annan planında ne oldu?
Kişisel olarak çok şey söyleyebilirim ancak yorum olur. Ben size, hayatını bu işe adamış bir adamın sözleriyle karşılık vereceğim. Çözüm neden olmuyor, neden çözülemiyor? Sorun nerede?
Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları’ndan “Siyaset Okulu” isimli kitapta yazılan söyleşilerden kısa alıntılardır.
**

Müzakere Süreci Neden Çözülemiyor?

Zaman içerisinde iyi niyetle “aman bu mesele halledilsin, halkımız kan vermekten, can vermekten kurtulsun” diye ödünler verirsiniz. “Aman Türkiye’nin başına bela olmaktan kurtaralım artık bu meseleyi hallederek” diyerek iyi niyetle ödünler verirsiniz. Karşı taraf bunları cebine atar, görüşmeler kesilir.
Sonra yeniden başlar ve “verdiğiniz ödünlerden başlamak mecburiyetindesiniz“. Ne için? Çünkü meseleye teşhis konmamıştır. Çünkü meseleyi çözmek için soyunmuş olanların bir art niyetleri vardır. “Zaman her şeyi halleder” diyorlar. Zaman uzadıkça 30 yıllık arşivler açılır. O arşivlere bakarsınız ve meselenin niye halledilmediğini görürsünüz.
Çıkarlar üzerine halledilmediğini görmeye başlarsınız. Adada adalet için değil, kendi çıkarları için uğraştıklarını görürsünüz. Çıkarlar üzerine idare edilen bir dünyada adalet arıyorsanız, adalet bulamazsınız. Hakkınızı koruyacak güçte ve kararlılıkta değilseniz, büyük devletler sizi “sizin dediğiniz asla olamaz ve kabul edilemez” diyerek kendi istedikleri yere sürüklemeye çalışırlar.
Gördüğünüz gibi ABD bugün Irak meselesinde Birleşmiş Milletler’i ayaklar altına alarak (BM kararı çıkmadan kafasına göre operasyon yaptı ve kimse bir şey diyemedi, çünkü büyük güç), Irak’ta masum insanlara gece gündüz bomba yağdırarak işgale direnenleri terörist adderek, “O ülkeye demokrasi götürdük, o ülkeyi bir diktatörden kurtardık” diyebiliyor.
(Bugün gördüğümüz üzerine, Amerika’nın yaptığı bu operasyonlar, demokrasi baharları merkezi otoriteleri sarsmış ve terör örgütlerine; ülkelerin bölünmesine zemin hazırlamıştır).
**

Kıbrıs’taki Mücadele

Kıbrıs’taki Mücadele bilinmiyor belki ama, bağımsızlık için değildi. Enosis içindi. Ve dünyaya verilen mesaj şuydu: Kıbrıs halkı kendi kaderini tayin etme hakkını kullanarak Enosis istiyor. Tek halk varmış Kıbrıs’ta, iki toplumdan oluşan %80’i Rum, %20’i Türk tek bir halk! O çerçeve içerisinde, Kıbrıs’ın geleceğini tayin etme hakkını kendilerinde görüyorlar ve Kıbrıs’ı almak istiyorlar; 1954’te Yunanistan Kıbrıs meselesinin bu formülünü Birleşmiş Milletler’e götürüyor. Ancak o zaman Türkiye uyanıyor ve itiraz ediyor. “Kıbrıs’ta iki halk vardır, iki eşit cemaat vardır. Tek halkın arzusu üzerine Kıbrıs, koloni idaresini değiştiremez. Yunan kolonisini getirmek istiyorlar”.
Mücadele Enosis için başlıyor 1954-55’te; terör 1958’e kadar devam ediyor. 1958’de Yunanistan bakıyor ki Türkiye kararlı, duvar gibi önüne çıkmış. Ya Kıbrıs Türkiye’ye gider, tarihi jeopolitik hakları vardır veyahut da Türk-Yunan savaşı olur. İki NATO üyesi savaşmasın diye ABD araya girer.
İngiltere: Rum-Yunan ikilisine “kaderi tayin hakkı Kıbrıs’ta iki tarafındır, tek yanlı kullanılmaz” der. Taksim formülü (çift Enosis) gündeme gelir. Makaryos katıksız, ödünsüz Enosis der.
**

1960 Anlaşması

Türk köyleri basılır. 33 köyden göç başlar. Şehit sayısı yüzlere tırmanır. Türkiye Taksim’de kararlı azimli duruyor. Yunanistan’ın siyaseti, Kıbrıs’ı Türkiye ile savaşmaksızın almak. Türkiye’nin savaşı dahi göze aldığını görünce diyorlar ki o halde ortaklaşa bir cumhuriyet kuralım, Kıbrıslılar arasında eşit şartlarda. Enosis’i, Taksim’i yasaklayalım. Türkiye bunu kabul ediyor ve 1960 Anlaşması bu şekilde yapılıyor.
** Kıbrıs’ta yapılacak bir anlaşmanın kalıcı olabilmesi için bu dengenin korunması lazım. Bu denge Yunanistan lehine bozulursa, 1960 anlaşmalarında Türkiye’ye verilen haklar kalkarsa, ortada Enosis’i önleyecek hiçbir şey kalmamış demektir.
**

Rumların Kirli Yüzü Ortaya Çıkıyor

1960 anlaşması imzalanıyor, Rum parti liderlerine milis kuvvetler kurma hakkını tanıyor. İçişleri Bakanı, eski Eoka vurucusu Yorgacis’in başkanlığında bir teşkilat kuruluyor: Akritas teşkilatı. Teşkilatın önemli hususu şu, diyor ki: Esas hedef Enosis, ancak katiyen bunu söylemeyeceksiniz. Safha safha açılacağız.
Birinci safha: Silahlı Kuvvetlerimiz hazır olduğunda anayasayı tadil etme safhasıdır. Kıbrıs halkına haksızlıktır ve değişmesi lazım.
İkinci safha: bunu başardıktan sonra eğer Türkler itiraz ederlerse baskı uygulamak. Baskı şiddete dönüşürse süratle Türkleri top yekün sindirmek; öyle ki kimse mücadele dahi edemesin. Türkiye’nin müdahale etme olasılığı var. Hiç merak etmeyin milli güçler ve ABD bunu önler.
**

1974 Kıbrıs Barış Harekatına Giden Süreç

Hangi safhaya geldik? 1963-1974 arasında iç dengeyi bozdular. Bizi küçücük bölgelere hapsettiler. Yolda çıkanları alıp kaybettiler. Direnen varsa toplu mezarlara gömdüler. Ekonomiyi sıfırladılar. Kızılay’la, Kızılay yardımıyla yaşayan bir duruma geldik ama direnişe devam ettik, niye? Çünkü Ankara, milli davadır, garantörlük haklarımızdan asla vazgeçmeyiz, Kıbrıs’ı Yunan’a asla bırakmayız diyor.
Bir avuç Kıbrıs Türk’ü bu inanç içerisinde. Milli davaya, Türkiye’nin jeostratejik davasına, milli davasına öncülük ediyor, cephede vuruşuyor, inancı, güveni, gururu içerisinde görevini yapıyor. Her şeyini ortaya koyarak. Er geç gelecekler, er geç bizi bırakmayacaklar inancı içerisinde tarihi bir direniş.
Ve 1974 oluyor, Yunanistan bakıyor ki Makarios işi uzatmakta! Yunan Cuntasının acelesi var. Halbuki Makarios akıllı davranıyor, sorunu zaman içine yayarak safha safha halledecek. Makarios kralcıdır. Kıbrıs’ı Cunta’ya bırakmaz. Dolayısıyla Cunta Makarios’tan kurtulmak istiyor, bir an evvel darbeyi yapıyor.
/** burada araya gireyim; darbeden önce Kıbrıs Türk’ü İngiltere’ye yollandı. Evini, topraklarını getiriyordun; Rum tarafı sana İngiltere’de iş ayarlıyordu, ev ayarlıyordu. Böylece Türkler azınlığa düşecekti. Akıllıca ama yavaş bir süreçti, cuntacılar buna tahammül edemedi, Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan’da aceleci davrandı.**/
**
Türkiye, garantör İngiltere’ye diyor ki; Kıbrıs’taki üslerinizden birlikte göstermelik bir müdahale başlatalım. Etkili olmazsa, ilerleriz, kan akmasın. Darbe hakkımızı kullanmış olalım.
İNGİLTERE HAYIR DİYOR!
Hangi ingiltere? 1963’te uluslararası antlaşmaları çiğnemiş olan, Kıbrıs’ta insan haklarını çiğnemiş olan, masum insanları toplu mezarlara gömen ve anayasaya rağmen “ben meşru hükümetim” diyen İngiliz’in garanti ettiği ortaklık haklarını ortadan kaldırıp Türklere “azınlık haklarını kabul et, etmezsen istediğin yere git” diyen Makaryos’u meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanımış olan İngiltere.
Amerikan arşivlerinde ortaya çıkıyor ki İngiltere’nin tutumu şudur: “Kıbrıs meselesinin halli, Kıbrıs’ın yunanistan’a verilmesi ile mümkündür. Türkiye’de gücendirmemelidir”.
**

Türkiye Soykırımı Önledi

Türkiye gelmeseydi Kıbrıs’ta muazzam bir katliam olacağının bilinci içerisindedirler. Geldiği halde katliam olmuştur. Üç dört köyde, arka arkaya, Türkiye oralara gidinceye kadar, bütün köy halkı sivil halk toplanarak kadın, çocuk, çoluk demeden 16 günlük bebekler, birkaç yaşına giren çocuklar, 90 yaşındaki ihtiyarlar dahil kurşuna dizilmiş, toplu mezarlara gömülmüştür. Ve bu dostlar(!), parmaklarını bile oynatmadılar. Çünkü çökmemizi beklediler
(yazı sonunda yorumumu belirteceğim ama şu kadar diyorum; bu soykırımı yapanların sırtını sıvazlayan AB’yi, bu soykırımın ve katliamların karşısında kılını kıpırdatamayan Birleşmiş Milletleri, iki yüzlü şeytan olan Amerika ve İngiltere’yi unutmayın)
**

Meşru Kıbrıs Hükümeti İki Yüzlülüğü

Kıbrıs sorunu nasıl çözülemiyor, başlangıçta belirtmiştim ve cevabı basitti: çözülmesini istemeyenler, Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi sureti ile meselenin halledilmesini kendi çıkarları açısından tercih edenler “meşru Kıbrıs hükümeti Makarios’un idaresidir” demek sureti ile esas siyasetlerini yürütmüşler ve halen de yürütmektedirler.
Ortaklık cumhuriyetini yıkıp, bütün Kıbrıs’a sahip çıkmak için bunu yapıyorlar. Siz ABD ve diğerleri kendilerine “meşru Kıbrıs hükümeti” dediğiniz sürece bunların bizimle yeni bir ortaklık kurma ihtiyaçları olmaz. Bunların meşru hükümet olmadıklarını, Türklerin hükümetleri olamayacaklarını söyleyin ki Kıbrıs’ın birleşmesi için bize ihtiyaçları olsun.
Bunları söylememekle kalmadılar ve 1992’lerde garantör İngiltere’nin öncülüğü ve desteği ile “meşru Kıbrıs hükümeti” olmayan, sadece bu ismi alıp kaçmış olan, terörist bir idareyi Avrupa Birliği’ne Kıbrıs’ın tümünü temsilen üye yapma yoluna girdiler.
**

Annan Planı

1964’te ülkede kan akarken, duman varken, silahlar patlarken, açlık devam ederken; 103 köy yıkılıp yakılırken, Türkler küçük küçük bölgelere hapsedilmişken, “anayasa ölmüştür, gömülmüştür” diyen uuluslararası anlaşmaları çiğneyen bir adamı meşru hükümet diye başına taç yapmış olan ABD, İngiltere ve Sovyetler artık meselenin Rumlar için halledildiğini görmüyor muydular? Tabi görüyorlardı bilerek yaptılar. Çıkarları bunu gerektiriyordu.
Annan Planı ile oturup, Annan planı ile kalkıyorlar. 9.000 sayfalık bir planı halkınn önüne koyuyorlar. Halka olmadık yalanı söylüyorlar, aklınıza gelmeyecek kadar para yağdırıyorlar. Yalan yanlış propaganda gece gündüz devam ediyor ve biz; “aman sakın ha, hayır deyiniz, aksi takdirde pazarlık gücünüz elden gider, daha pazarlık yapılması gereken çok şeyler vardır. Biz bile bunların tümünü görmedik” diye feryat ederken son ağırlığı Türkiye de koyuyor. Türk hükümeti “Annan Planı kabul edilebilir, görüşülebilir” deyince halkımıza “evet dediğiniz takdirde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınma yolu açılacaktır ve açacağız” diye tehdit konunca Türk kökenli vatandaşlarımıza özel ulaklarla, telefonlarla “evet demeniz Türkiye’nin lehinedir, Anavatanın istemidir” diye haberler gidince yüzde 65 oyla halkımız buna evet dedi. Bu şartlarda halkın %35’inin hayır demiş olması, milli omurganın sağlamlığını gösterir.
/** önemli bir andıç: bu karaktersizliği yapan, bu söylemleri yayan ANAVATAN zamanında hükümet kimlerin elindeydi? 2004’te referandum yapıldı yani AKP’de. Ülkeyi soyup soğana çeviren, her şeyi babalar gibi satan, yerel üretici ve üretimi bitiren AKP’de… Bazı şeyleri iyi bilin. **/
**

Atatürk ve Kıbrıs

1938’de, Atatürk genç subaylara soruyor: “Yeniden İstiklal Savaşı verecek olsak, işgal altındayız, ikmal yollarımız nelerdir?”
Genç subaylar cevap veriyor; Suriye üzerinden, İran üzerinden yol gösterirler, Irak derler, şu derler, bu derler.
Atatürk haritaya gider, “beyler Kıbrıs’a dikkat ediniz, Kıbrıs düşman elinde ise ikmal yollarınız tıkanmıştır” der.
1965’te İnönü, Kıbrıs Türklerinden oluşan ve yardım isteyen heyete ise şunları söyler: Biz mesuduz, bahtiyarız ki Kıbrıs’ta vatanını korumak için ayağa kalkmış insanlarımız var. Size elden gelen yardımı yapıyoruz (Kızılay ile). Vatan müdafaasında Türk’ün sabrı bittiği yerde başlar. Türk, vatan müdafaasında sabrım bitti diye teslim olmaz. Türk iseniz sabredeceksiniz. Karşınızdaki Yunan ise göreceksiniz, birbirlerine düşecekler”.
**

Erdoğan Burada da Aldatılmış

/** FETÖ, PKK, PYD, ABD, AB tarafından aldatılan Erdoğan yine aldatılmış, şöyle diyor Denktaş: **/
Hatırlayacaksınız sayın Erdoğan Annan planı konusunda Genel Sekreter beni kandırmıştır, aldatmıştır demiştir.

Kıbrıs Sorunu AB Engeli Değildir! Kıbrıs’tan Vazgeçilse Devamı Gelir

Söylediklerimin yayınlanmasını kim yasakladı ben bilmiyorum ama basın yazmıyor (Türkiye ve AB konusunda). Ve bunların çoğu arkadaşım benim. Yüz yüze geldiğimde konuşuyorum, şikayetimi de yapıyorum ama gülüp geçiyorlar. Zannediyorsam patronları siyasetine uygun gelmiyor Kıbrıs meselesinin gerçeklerini söylemek.
Bu halka (Anadolu Türklerine) “Avrupa Birliği’ne girmek için Kıbrıs’tan vazgeçelim mi?” sorusu sorulursa yalan bir soru sorulmuş olur. Çünkü türkiye Kıbrıs’tan vazgeçse de kimse size, Türkiye’ye Avrupa Birliği’ne giriş garantisi vermez , veremez. Yolun ucu yine açıktır.
Yine Ermeni meselesi gelecektir. Yine Kürt meselesi gelecektir. Yine efendim vilayetlere özerklik, bilmem ne meselesi gelecektir. Gelecektir, gelecektir… Dolayısıyla Kıbrıs’ı verirsek yol açılık gibi bir durum yok. Bütün mesele şu Avrupa Birliği’ne girebilmek için hangi hükümetten, hangi üye devletten milli bir davasından vazgeçmesi istenmiştir ki Türkiye’den isteniyor ve niçin Türkiye’den isteniyor Kıbrıs meselesinin halli? Kıbrıs meselesini yaratan Türkiye mi? Devam ettiren Türkiye mi? Rum halâ ilan ediyor, açıklıyor “biz uzlaşma istemiyoruz, biz Avrupa Birliği’ne girmek suretiyle Türkiye’den hak kopartmak niyetindeyiz diyor. Hala bu gerçeği görmüyor mu AB?
Kıbrıs meselesini başlatan, devam ettiren, kan akıtan, anayasayı ayaklar altına alan, uluslararası anlaşmaları çiğneyen, toplu mezarlar açan Rum idaresine bunları hallet öyle gel denmiyor, Türkiye’ye bu söyleniyor. Bunun karşısında Türkiye’nin isyan etmesi lazım, bunu yapamazsınız demesi lazım.
Şimdi durmadan Türkiye’ye Kıbrıs meselesini hallet, Kıbrıs’ı tanıt dediklerinde bir beyaz kitap hazırlanmalıdır. Beyaz kitabın içinde bunların kim oldukları, yaptıkları soykırım anlatılmalı. Kıbrıs’ta eğer Türkiye gelmeseydi, bugün tek bir Türk kalmayacaktı. Türk askeri çıksın, Türkiye çekilsin, kısa bir zaman içinde yine tek bir Türk kalmaz. Mümkün değil, bırakmazlar. Soykrımmış, Ermeni soykırımı. Sen olmamış hikayeyi al, Türkiye’nin önüne koy.
Kıbrıs’ta soykırım var, geliniz toplu mezarları görünüz diyorum, tek bir diplomatı toplu mezarlara götüremedim. Rum kızar diye gelmezler. Ondan sonra otururlar, Lefkoşe’nin Rum kesiminde Kıbrıs hakkında rapor yazarlar. Dolayısıyla bu haksızlık karşısında biz hakikaten milli bir davadan böyle soğuyup vazgeçersek bir şeyler alacağız diye bekliyoruz ve ne alacağımızı da bilmiyoruz. Alıp alamayacağımızı da bilmiyoruz.
En haklı, en güçlü olduğun davada ver Kıbrıs’ı, sonrası çorap söküğü gibi gelir. bu kadar güçlü olduğu bir davayı koruyamayan Türkiye, hangi davasını koruyabilecek? Ve artık Türkiye’den kim, falan davasını dış Türklerin filan meselesini halletmesi için yardım isteyebilecek??
***

Kişisel Yorumum

Kitaptaki Denktaş bölümünü okudum fakat yukarıdaki açıklamalarına baksanız bile bir çok şeyi görebilirsiniz. AKP hükümetinden başlar, Türk diplomasisinin zayıflığına, Avrupa Birliği işinin olmayacağına, AB’ye girmeyi düşünmemiz gerektiğine kadar gider.
Öte yandan sürekli olarak bahsettim  Türkiye’de derneklerin gelirlerinin %82’si yurt dışı kaynaklı. Propaganda, psikolojik savaş gibi konuları ele alırsak ve taa Lawrence’a kadar uzanırsak; STK’ların bazı istihbarat servislerince kullanıldığını görebiliriz.
Sürekli diyordum ki; Türkiye’deki ayrılıkçı terör hareketi ile Kıbrıs’taki Türk karşıtı grupların SÖYLEMLERİ AYNI! Tabi biz bu konuları engellemede zayıf kalıyoruz devlet olarak. Fakat Denktaş bile en basit örneğini Annan Planı dönemine gönderme yaparak vermiş.
Peki neyi planlıyorlardı?
Bugün 8 yıldır adada yaşayan biri olarak söylüyorum ki; Kıbrıs Türkleri ve Anadolu Türklerini birbirine düşürme gayreti içerisindeler. Kıbrıslılar “biz Türk değiliz” deme aşamasına gelmiş, ve bizim Başbakan Kıbrıs Türklerine besleme diyor. Geçmişten, sıfatından utan be!
İşte bunlar planlı, bunlar destekli hareketler. Aşama ağır ağır yürüyor. Denktaş’ın da dediği gibi, süreç uzadıkça; Türkiye vazgeçme noktasına gelecek. Haliyle sahip çıkmalıyız. Kıbrıs bizim davamızdır.
Doğruları ve gerçekleri de hem kendi halkımıza, hem Kıbrıs Türklerine hem de dünyaya anlatmamız gerekir.
***
Öte yandan sinir olduğum bir konu var. Kıbrıs Türklerinin bir bölümü; dillerini, kültürlerini, tarihlerini unutma pahasına Rumlar ile anlaşma yapmak istiyor çünkü işin ucunda AB var. Hatta Türklüklerini reddedecek aşamaya gelmişler.
Dedeleri, nineleri, hatta bir kaç aylık akrabaları SOYKIRIMA amacıyla toplu şekilde katledilmiş ancak hâlâ Rumlar ile aynı yatağa girme, birleşme peşindeler. Rumlar yaptıkları katliamların hesabını vermemişken üstelik. Hatta ve hatta bunlar yaşanmış ve Türk askeri, Kıbrıs Türk’üne adada kendi devletine sahip olma ve kendi bayrağı altında yaşama özgürlüğü vermişken milletvekili çıkıp “Türk askeri tecavüzcü” diyebilecek kadar tarihini unutmuş ve akıl yoksunu olarak davranabiliyor . Dikkate bile alınmaması gereken biri.
**
Birleşik Kıbrıs kurulsa dahi, 1960’a geri döneriz. Bu sefer daha dikkatli yürütürler Enosis planlarını. Hele hele mecliste yaşananlar konusunda Rumlardan hesap sormayı bırakıp her fırsatta Türkleri eleştiren Doğuş Derya gibi vekiller birleşik mecliste varken.
Birleşme olsa dahi en geç 30-40 yıl içinde Türklere karşı ırkçılık başlar çünkü Rum, Ermeni, Yunan milletleri Türk düşmanlığı ile büyütülür. Daha çözüm olmadan Rum tarafındaki Türk araçlarına saldırıları görüyoruz Türk askerinin, Türk iradesinin ve Türkiye’nin garantör olmadığı bir devirde neler yaparlar?
İstenilen belli, süreci uzatarak Kıbrıs Türkü ve Anadolu Türkünü bezdirmek. Birbirlerinden uzaklaşmaları sağlamak, çözüm masasında sürekli olarak Türklerin taviz vermelerine neden olmak.
Bu oyuna gelmeyin!
TURAN - ülkücü

Ebulfez Elçibey

elçibey - azerbeycan
elçibey - azerbeycan

             Adı Ülkesinin Tarihinden Çıkarılmak İstenen Adam: Ebulfez Elçibey

elçibey - azerbeycan

Adını duyamazsınız, birkaç kişi dışında anlatanı, bahsedeni bulunmaz. Hayatını vakfettiği, kanıyla, canıyla kurduğu ve ihtiraslarından sıyrılıp kimsenin yapmadığını yapıp makam, mevki ve kudreti bırakıp sıradan bir insan olarak köyüne döndüğü bilinmez. Hasretinden, sevdasından ve yılmaz mücadelesinden konuşulmaz. Adına destanlar, türküler yakılmaz. Ne ülkesinde ne de kardeş bildiği yaban ellerde heykelleri dikilmez. Az sonra okuyacaklarınız tarih sahnesinden silinmeye çalışılmış bir devlet adamının, bir özgürlük kahramanın hikâyesidir.




Doksanların sonunda Sovyetler dağılmaya başlayınca, ata yurdu Kafkaslar ve Ortaasya’da da Türk hakları hareketlenmeye başlar. Dağılan Sovyetlerin ardılı Rusya Federasyonu, eski Kafkas ve Ortaasya Sovyetlerinin kademeli bir ayrılığını öngörmektedir. Eski Sovyetlerin Ruslara sağladığı ekonomik ve siyasi liderlik görevini ikame etmek amacıyla 1991 yılında Bağımsız Devletler Topluluğu kurulur. Topluluk ile hem Sovyetlerin sonu ilan ediliyor hem de doğu halkları üzerindeki Rus imtiyazı sürdürülüyordu.

BDT, Rusya Federasyonu ve yıkılan Sovyetlerin hukuki yapıları netleşene kadar Sovyet topraklarında ardı ardına yeni ülkeler bağımsızlıklarını ilan ederler. Kazaklar, Özbekler, Türkmenler, Tacikler, Belaruslar ve diğerleri ardı ardına ulusal devletlerini kurarlar. Kafkaslarda da Gürcü, Ermeni ve Azeri halkları dağılan Sovyetlerin ardından ulusal bağımsızlıklarını ilan etmeye girişirler. Sovyet iktidarından yatışan Kafkas halkları arasındaki anlaşmazlıklar bu aşamada yeniden palazlanır. İşte bu karmaşada bir halk kahramanı ortaya çıkar ve çağına imzasını atar. Anlatacağımız onun hikayesidir.

Nahcivan Özerk Bölgesindeki Ordubad bölgesinin Kalaki köyünde, 24 Haziran 1938 günü Anadolulu Mehrinisa ile İranlı Kadirkulu’nun Ebülfeyz Aliyev[1] olarak dünyaya geldi. Elçibey soyadı daha sonra kendisine sevenleri tarafından yakıştırılmış, kendisi de bu ismi kullanarak benimsemiştir. Şah İsmail’e kadar dayanan soyu nedeniyle ailesinde Mir yada Seyid unvanını kullanacak çok kimseler vardı. Ama o maneviyattan çok beşeriyete önem verir. Nahçıvan’daki ilk eğitiminin ardından Bakü Devlet Üniversitesinde Arapça üzerinde yapar. Edebiyattan tarihe, ekonomiden politikaya kadar derin bir yelpazede kitaplar yazar. Üniversite yılları yoğun akademik çalışmalarla geçer. Kırkın üzerinde yazılmış kitabıyla arkasında derin bir külliyat bırakmıştır. 

elçibey - azerbeycan

Üniversite yıllarında milliyetçi görüşleri ile tanışır. Önce Irak ardından da Mısır’da dil eğitimi ve tercümanlık amacıyla bulunur. Ancak Arap ülkelerinde geçirdiği yıllar, dünyanın ve özellikle Arap coğrafyasının aşırı politize olması ile dikkat çekmektedir. Altmışlı yılların başında Mısır’da geçirdiği yıllar süresince politika ile olan bağları iyice artmıştır. Ülkesinin geleceği hakkında zaten yüreğinde kopan fırtınaları artık reel politik söylemlere dökebilmektedir. Mısır’da Sovyetlerden gelen bir Müslüman olarak söylemleri oldukça tepki topluyordu. Mısır’ın o yıllardaki efsanevi lideri olan Nasır, Sovyetlerle ile inişli çıkışlı bir ilişki kurmuş, Batılı emperyalistlerin öngördüğünün aksine Ortadoğu’da Sovyet politikasını aksettirmiştir.

Altmışların sonunda doktora tezinin tamamlayan Elçibey, bir yandan da Mısır’da edindiği politik deneyimleri pratiğe dökmeye gayret ediyor. Arkadaşlarıyla gizli bir milliyetçi örgütlenme kurmaya çalışıyordu. Yetmişlerin sonunda artık iyice artan politize durumu karşısında Sovyet iktidarı önlem almak ihtiyacı duyar. Elçibey bir yıla yakın hapis ile cezalandırılır. Çıktığında politik faaliyetlerini sivil kitle örgütlerine kaydırır. Akademi çalışmalarıyla da eşgüdümlü bir çok dernek ve vakıfın kurulmasında ön ayak olur. Seksenli yıllarla birlikte ülkesinde artan miting ve gösterilerde ön saflarında yer alır. Bir halk cephesi kurulması fikrini ortaya atar. Doksanlara yaklaşan zaman içerisinde bir üniversite hocasından bir halk kahramanına evrilecekti.

1989 yılında “Azad Azerbaycan” sloganıyla hayata geçirilen ilk Halk Cephesi, Sovyetlerin zor günler yaşadığı Baltık Sovyetleri modelinin örnek alınmasıyla kurulur. Halk Cephesi’nin bütün dünyaca tanınmasına neden olan en büyük gösterisi, yüz binlerce Azeri’nin İran sınırına doğru yürümesidir. “Birleşik Azerbaycan” ve “Yaşasın Tebriz-Bakü” sloganlarıyla Sovyet ve İran yönetimleri arasında bölünmüş bulunan Azerbaycan halkı birlik ve beraberlik mesajı verirler. Gösteri çatışmasız bir şekilde biter ama yıllar süren Azerbaycan’ın bağımsızlık mücadelesinde İran sınırının karşı tarafından karışık mesajlar gelir. İran Azerileri, Sovyet Azerileri ile bir kader birliğini öngörmüyor gibi görünmektedir.

Öte yandan dağılan Sovyetlerin en büyük mirasçısı Rusya’nın Azerbaycan politikası bambaşkadır. Neredeyse yüzyılın başından beri petrol kenti olan Bakü ve Azerbaycan, Rus ekonomisi için büyük bir önem taşımaktadır. Azerilerinin Sovyet sonrası bağımsızlık mücadeleleri, diğer Sovyet halklarının karşılaştıkları hoşgörü aksine Kızıl Ordu işgaliyle yanıtlanmıştır. 1990 yılının başlarından Kızıl Ordu askeri belki de son kez Bakü’ye çıkmış ve bağımsızlığın Azeriler için hiç de kolay olmayacağını göstermiştir. Elçibey’in yüklendiği sorumluluğun ciddiyeti ortadadır. Azerbaycan bir yandan ülkesindeki Kızıl Ordu varlığı, bir yandan diğer Sovyetlerdekinin aksine iktidarı devretmek istemeyen Azerbaycan Yüksek Sovyet’inin ayak direyişi ve bir yandan da Ermenistan’ın hak iddiası ile Karabağ’a asker yürütmesi ile uğraşmak zorundadır.

Ülkedeki Rus askeri varlığının baskıcılığında Azerbaycan Yüksek Sovyet Meclisi 1991’de seçim kararı alır. Seçimlerde Azeri milliyetçileri, ilk kez mecliste temsil şansı yakalar. Karabağ’ın Ermenistan ile işgali başlamıştır bile. Ancak Elçibey ve ülkesi iç siyasi karışıklıklardan işgal ile ilgilenememişlerdir dahi. Komünist Parti’nin lağvedilmesini isteyen Elçibey, konuştuğu meydanda dövülür. Gerçi hemen ertesi büyük bir yürüyüş ile Elçibey ve Azeri halkı Meclisi işgal etmiş ve bağımsızlığı getirmiştir ama bu Elçibey’in gördüğü bu tepki oldukça dikkat çekicidir. 1991 yılının sonunda yapılan halk oylamasıyla Azerbaycan halkı bu kez bağımsızlığa onay vermiştir. Bağımsızlık, halk oylaması ve cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi siyasi tarafların gerilmesine sebep olan işlemlerin arkasından Elçibey, siyasi rakipleri tarafından iktidardan uzaklaştırılır.

Ermenistan askerinin Azerbaycan ordusu karasında durmaksızın yürüyüşü devam etmektedir. Birçok trajik olaya da sahne olan ilerleyişinin siyasi yankıları ile oldukça vahimdir. Ordunun başındaki komutan cezalandırılmak yerine ödüllendirilmiş ve devlet başkanlığına getirilmiştir. Elçibey ve taraftarları Bakü’de gerçekleştirdikleri gösteriler ile yine iktidarı karıştırmıştır. Gösteriler sonucunda iktidarı Elçibey ve Halk Cephesi olmuştur ama Bakü’deki iktidar mücadelesi sırasında Ermenistan işgali alabildiğince vahşetiyle devam etmiştir. Türkiye medyası ayağa kalkmıştır. Gazeteler Birleşmiş Milletler ve Batılı devlet adamlarına postalanmak üzere hazırlanmış metinleri halka dağıtarak, Azerbaycan-Ermenistan savaşına dikkat çekmeye çalışmıştır. Bunca yaşanan sırasında Türkiye Cumhuriyeti konum almakta oldukça zorlanmış, dönemin kısıtlı iletişim ağlarıyla diplomasi yapmaya çalışmıştır. Ancak Türkiye’nin silahlar sahaya inmişken giriştiği bu beyhude konuşma çabasının işe yaramayacağı açıktı. Yaramamıştır da zaten, sorun daha da kilitlenmiştir.

Öte yandan Halk Cephesi’nin iktidarı geri almasından hemen sonrasında gittiği seçimlerde bir sürpriz daha yaşanacaktır. Bakü’deki kanlı oyunun safları arasında birisi daha katılacaktır. Nahcivan Sovyeti’nin başındaki Haydar Aliyev, Azerbaycan Devlet Başkanlığı için adaylığını açıklayacaktır. Türkiye gazeteleri “Aliyev, Aliyev’e karşı” gibi zeka pırıltısı manşetlerle çıkmıştır. Elçibey karşısına bir anda çıkan Haydar Aliyev’in Sovyetler Birliği’ndeki dikkat çekici kariyeri onu Azerbaycan politikasında oldukça ilginç bir konuma koymaktadır. Aliyev, Politbüroya kadar yükselebilmiş yegane Türk’tür ama komünist değildir, Rusların güvenini kazanacak kadar ketum bir kişiliğe sahiptir ama halkının da desteğine sahiptir, Elçibey ile ortak hareket ediyor gibi görünmektedir ama başkanlık için hevesini de gizlememektedir. Aliyev’in siyasi arenadaki egemenliği bu noktadan sonra kendisini hep hissettirmiştir.

Seçimleri kazanan Elçibey 7 Haziran 1992’de Azerbaycan’ın ikinci Cumhurbaşkanı olarak ilan edilir. Mücadelesinde son noktaya geldiğini düşünmektedir Elçibey. Türkiye basınında ise Elçibey’in Türkiye ile olan yakınlığını anlatmak için yapılmadık kelime oyunu kalmaz. Elçibey’e, Türkiye seyahatlerinde, Türkiye ile birleşmeyi isteyip istemediği dışında neredeyse başka sorulmaz. Elçibey, kendi ülkesinde iktidarı sağlayamadan, Türkiye ile birleşmekten falan bahsetmeye başlar. Ermenistan ile süregiden savaş hala bitmemiştir. Savaşın yoğunluğu inişli çıkışlı bir yapı sergilemektedir. Azerbaycan giderek ülkedeki Ermenistan’ın Karabağ işgalini kanıksamak zorunda kalacaktır. Savaş yoğunluğunun düştüğü 1993 yılının ortalarında Özal Elçibey’i ziyaret eder. Özal’ın gelişi ülkede büyük bir sevinç yaratır. Türkiye’nin yanlarında olduğunu bilmek Azerbaycan halkının hasretle aradığı bir duygudur.

Türkiye’nin Azerbaycan-Ermenistan savaşındaki ikircikli yapısına bir örnek vermek gerekebilir. Demirel’in başbakan, Özal’ın ise Cumhurbaşkanı olduğu 1992 yılında iki sağcı liderinin farklı Ortaasya vizyonu Türkiye’nin dış politikasının kısa aralıklarla dalgalanmasına neden olmaktadır. Demirel daha temkinli bir politika ile uzlaşmacı bir tavır sergilemekte iken Özal, atılımcı bir politika ile Demirel’den rol çalma güdüsü içindedir. Demirel’in şahsi çabalarıyla organize ettiği ilk Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi’ne Özal katılmamıştır. Yine aynı yıl düzenlenen Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü toplantılarında Demirel’in dolaylı bir Azeri-Ermeni buluşması çabaları sonuçsuz kalmıştır. Özal daha sonra hükümetten bağımsız çıktığı Ortaasya turunda hükümetten bağımsız bir dış politika atağı gerçekleştirmeye çalışmış ama Özal’ın bu atağı hem kendisinde hem de Türkiye’de sağlık sorunları ortaya çıkarmıştır.


Kısa bir zaman sonra Özal’ın ölümü Türkiye’nin yine kendi içine çekilmesine ve Azerbaycan Ermenistan savaşının gündemden düşmesine neden olur. Cenazede iki ülke liderini bir araya getirmeye çabaları olsa da Ermenistan’ın sert tutumu bu çabaları sonuçsuz bırakmıştır. Bir yandan da Türkiye’deki Milliyetçi bazı grupların Azerbaycan’a ve Elçibey’e destek olma çabaları Türkiye hükümetleri tarafından ciddiye alınmaya başlar. Hatta durum artık basına kadar sızmış, Türkiye’nin gayri-nizami savaşçılarının Nahcivan üzerinden yeni bir cephe açacakları konuşulmaktadır. Ancak Elçibey’in Azerbaycan’dan çıkarttığı Rus askeri varlığının Ermenistan savaşında ters bir etti yarattığı açıktır. Türkiye’nin yada Azerbaycan’ın olası bir ters askeri yürüyüşü karşısında karşılarında sadece Ermenistan değil Rus askerini de bulacağı konuşulmaktadır. 

Ancak yaşanacakları kimse sezememektedir. Savaştaki başarısızlıklar, ülke siyasetini karıştırmaya devam etmektedir. Elçibey’in Savunma Bakanı Suret Hüseyinov’u görevden alması ise ülkedeki kampların bir kez daha ayrışmasına neden olur. Hüseyinov, Gence’de Elçibey’e karşı isyan bayrağı açar. Elçibey bu noktada inanılmaz bir hata yapar ve Nahcivan Özerk Cumhuriyeti’ndeki Haydar Aliyev’i Bakü’ye davet eder. Aliyev, Bakü’de Elçibey aleyhine politika yürütmeye başlar. Bu arada Elçibey baba ocağı olan köyüne geri döner. Ne yapacağı beklentisi oluşmaktadır ama Elçibey yaklaşık bir on gün kadar suskunluğunu korur. Aliyev ise Bakü’de Meclis Başkanlığına getirilmiştir ve Hüseyinov Bakü’ye doğru yürüyüşe geçmiştir.

Bu noktada ülkede Elçibey’e karşı bir darbe girişimi olduğu açıktır ama Türkiye yine olayları okuyamamıştır. Bir iç savaş çıkacağı endişesi duyulmaktadır ama Elçbey’in arkasında ne rakipleri kadar bir toplum desteği ne de silahlı bir örgüt bulunmaktadır. Elçibey iktidar olduğu zaman boyunca ne ordunun ne de toplumun güvenini kazanamamıştır. Hüseyinov’un Bakü’ye kadar yürüyüşü sorunsuz geçer, her hangi bir direniş ile karşılaşmamaktadır. Meclis Başkanı Aliyev’in tutumu da bu durumda belirleyicidir. Elçibey, on günlük suskunluğun ardından Cumhurbaşkanlığı görevinin başında olduğu ve yakında Bakü’ye gideceğini söylediği bir basın açıklaması yapar. Ancak Aliyev’in planları bambaşkadır.


Aliyev, Hüseyinov’u başbakan olarak ikna ettikten sonra Cumhurbaşkanı seçilir. Elçibey bir iç savaş ihtimalinden çekindiği için bir kez daha Bakü’ye gidemez. Ülkesinde kardeşkanı dökülmesi istememektedir. Elçibey, beş yıla yakın aktif politikadan uzak durur. Kendisine yardımcı olması için Bakü’ye çağırdığı memleketlisi ve adaşı Aliyev, muhalif Hüseyinov’la birlik olmuş ve iktidarı ele geçirmiştir. Zaten iki yıl sonra Aliyev, Hüseyinov’dan da kurtulacak ve ülkede kendi hanedanlığını kuracaktır. Bugün de devam eden Aliyevler dönemi böyle başlamıştır. Elçibey ise bu süre zarfında Nahcıvan’daki baba ocağı ile ikinci vatan bildiği Türkiye arasında mekik dokumuştur. Türkiye’deki bir grup milliyetçinin başarısız darbe girişimi dışında Aliyev’in kendisine karşı gerçekleştirdiği darbeye karşı çıkmamıştır.

Elçibey 1997 yılında yıllar sonra tekrar Bakü’ye gitmiş ve aktif siyasete dönerek Aliyev’e muhalefet etmeye başlamıştır. Birleşik Azerbaycan için çalışmalar yapmış, Türk Hakları Asemblesi’nin başkanlığını üstlenmiştir. Aliyev’in artık tek adam olarak ülkeyi yönettiği bu yıllarda Elçibey eski etkinliğini yitirmiştir. Doksanlı yılların sonunda yakalandığı bir rahatsızlık nedeniyle giderek artan uzunluklarda Türkiye’de tedaviye gelmeye başlamış ve en son olarak 22 Ağustos 2000’de tedavi için bulunduğu Ankara’da vefat etmiştir. Azerbaycan’ın milli kimlik, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinde büyük emeği olan bu değerli bilim insanı, düşünür, yazar ve politikacı ömrü boyunca başarıyı da başarısızlığı da, vefayı da vefasızlığı da görmüştür. Cumhurbaşkanlığı da yapmış, bir köyde sürgün acısı da tatmıştır. Arkasından gelenler neredeye adını tarihten silmeye kalkmış iseler de hem ülkesinde hem de vatan bildiği ülkemizde kulaktan kulağa nesilden nesile hikayesi aktarılmaya devam etmektedir. En azından küçük bir azınlık tarafından olsa da.
elçibey - azerbeycan