Son milletler (communitas) imparatoru
II. Abdülhamid dönemi milliyetçi bir dünyada son milletler (communitas) imparatorluğuydu. Koloniyalist asırda, milletlerin bir anda var olduğu son Roma İmparatorluğu’ydu. Klasik millet düzeninden, İmparatorluğun geçirdiği bu istihaleyi bu kavram içinde anlamak lazımdır.
Son universal imparatorluk ve son imparator; II. Abdülhamid Müslümanların halifesidir. Bu unvan ve mevhumu onun kadar vurgulayan yoktur. Ama II. Abdülhamid artık Türk olduğunu Türklerin hükümdarı olduğunu da hissetmekte ve hissettirmektedir. Devlet-i Aliyye Türklerin imparatorluğuydu. Osman Gazi, Orhan Gazi gibi kurucuların türbelerinin inşası, Söğüt’te Ertuğrul Gazi (veya yeni değerlendirme ile Gündüz Alp) türbesinin ihdası, sarayda Boşnak, Arnavut tüfekçilerin yanında Söğütlü denen Ertuğrul (muhafız) alayının ihdas edilmiş olması ve padişahın bunlara öz hemşehrilerim demesi, asıl önemlisi Sait Paşa İslamcılığının Türkçü merkezli bir İslam olması bu ikinci keyfiyete işaret eder. Devlet-i Aliyye’nin kimliği Türkleşmektedir; ama elan klasik universal imparatorlukların sonuncusunda Türk olmayan unsurlar herkes gibi idarenin içindedir ve Türklük henüz bireylere diğer etnisite mensuplarına içtimai ve idari bir imtiyaz vermemekteydi.
Müslümanların halifesinin ülkesinde gayrimüslim unsurlar da devlet ve toplumun seçkinleri içinde yerini almıştır. Eski Osmanlı genişliği, Tanzimat’tan sonra daha da göze çarpar hale gelmiştir. Hiçbir Hıristiyan ülkede Yahudi ve Müslümanların bu kadar seçkin yeri olamazdı. ABD ve Britanya’nın Anglo-Sakson geleneği bile bu çeşitliliğe taşra toplumu ve yönetiminde cevaz vermezdi. 1920’lerde Britanya’nın Hindistan kral naibi Marki Reading (Isaac Rufus) Yahudiydi, ama II. Abdülhamid devrinde; topluca gayri-hıristiyan vali, nazır, sefiri olan bir Avrupa hükümeti zor bulunur. Çarların ülkesinde Müslüman general ve albay vardı ama vali yardımcısı veya diplomat bulunmazdı. Fransa’nın Yahudi nazır ve başbakanı 20. yüzyıla ait bir olgudur. Bu, Osmanlı Devleti’nde II. Abdülhamid döneminde ortaya çıkmış bir gelişme değildir; Osmanlı ananesi bu gelişmeyi doğuruyor ve imparatorluk hayatı için doğal bir görünümdür. Nihayet II. Abdülhamid İstanbul’daki kiliselerin önüne çeşme yaptıran Sultan II. Mahmud’un torunudur. Millet sistemi milliyetçilik (nationalism) çağında yeni bir evreye girmektedir. II. Abdülhamid’in saltanatı 1877 Türk-Rus Savaşı (1293 muharebesi) ile başladı denebilir ve Berlin kongresi sonrası kayıplarla devletin memalikinde Slav ülkelerinden bir tek Makedonya kaldı.
Kuzey Yunanistan, Anadolu ve Akdeniz adalarındaki Hellenler ve Ermeniler diğer Hıristiyan grubu oluşturuyordu. Ama Ermenilerin milliyetçi örgütlenme ve ayaklanma hareketi büyüyordu. Diğer yandan imparatorluğun hayatında o güne kadar pek hissedilmeyen bir sorun başladı. Yahudi Siyonist hareket; imparatorluk Yahudi cemaatinin de pek katılmadığı ve ilgi göstermediği bu hareketi, II. Abdülhamid mutedil politikaları ile engellemeye çalıştıysa da, gelişmeler 20. yüzyıla devredildi.
II. Abdülhamid dönemi milliyetçi bir dünyada son milletler (communitas) imparatorluğuydu. Koloniyalist asırda, milletlerin bir anda var olduğu son Roma İmparatorluğu’ydu. Klasik millet düzeninden, İmparatorluğun geçirdiği bu istihaleyi bu kavram içinde anlamak lazımdır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ve cemiyetinde millet dediğimiz zaman, tam manâsıyla kavramların üzerinde durmamız gerekiyor. Bu konularla ilgili noksanlığımızdan dolayı da maalesef siyasi hayatımıza kadar akseden yanlış yorumlarla bir kavganın içine giriyoruz. Millet bir Arabça sözdür. Fakat bu Arabça söz, bütün Arabça önemli kavramlar gibi yöntem olarak İbranca’da, hatta Aramca’da ve bazı ahvalde de “Politikon” kavramı için yapıldığı gibi Yunancada aranmalıdır. Çünkü beynelmilel cihanşümul bir felsefe ve siyaset dili olan Arabçanın kökleri semitik kardeşlerindedir. İbranca ve Aramcadadır ve Ortaçağlardaki “kültürel fringe” dediğimiz; kültürel saçaklaşma dolayısıyla da Yunancadadır. Binaenaleyh bu üç medeniyet dairesine bakmayan bir İslam tetkikinin hiçbir anlamı yoktur. Millet, Arabçadan evvel bir İbranca kelimedir ve o da Aramca’dan gelir. “Söz” demektir. Burada bir metafor söz konusudur. Söz, kelâmın ta kendisidir, yani “logos”tur ve Allah’ın sözü etrafında toplanan bir cemaati, bir inançlılar kitlesini, bir inancı ifade etmektedir. (Fakat bizim Türkiye Cumhuriyeti’nde kullandığımız bir millet vardır. Bu millet, 19. asırdaki bir çok Osmanlıca kelime gibi, Türklerin yarattığı kavramlardandır. Bu doğrudan doğruya nation’un tercümesidir. Nation, Latince bir kelimedir. Bunun geldiği, neşet ettiği kaynak; etnos’tur, Yunancadır. Dolayısıyla biz etnos’la alakası olmayan bir “millet” sözünü, etnos’a çevirmişizdir ve millet dediğimiz zaman da, bunu bu şekilde kullanmaktayız. İlk defa siyasi hayatımızda fundamentalist dediğimiz bir parti, bu kelimeyi doğru olarak kullandığı zaman da şaşırdık. “Milli Görüş”, “Milli Nizam” Partisi, “Milli Gazete”; orada bahsedilen “milli”, etnos anlamında değildi. Doğrudan doğruya “congregatio” idi.)
Bugünkü anlamıyla millet sistemine avdet etmemiz artık mümkün değildir. Bazı emperyal müesseseler vardır ki, onun için sadece emperyal ideoloji değil, bir imparatorluk hayat tarzı söz konusudur. Nasıl ki Bizanslı ile modern Yunanlı aynı insan değildir ve o anlamda modern Yunanlı Bizans’ın ideolojisini hiçbir zaman anlayamaz. Zaten tabii burada bir kere daha ifade etmek istiyorum (bunu çok kimse biliyordur ama bilmeyenler de olabilir); Bizans, bir uydurma kelimedir. Çünkü “Bizans” kelimesini 16. asırda en başta Alman hümanist Hieronymus Wolff kullanmıştır. Bu kelime, o imparatorlukta yaşayan eski insanlar için hiçbir şey ifade etmez. Çünkü onlar Romalı’dır, Rum’dur. Bizans diye bir söz, bir şey ifade etmez. Bu kelime bir ideolojik buluntudur. Doğrudan doğruya Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’na, imparatorluk vasfını vermek için buradaki hakiki imparatorluğu zihinlerden silmek amacını taşır. Bu çok enteresan bir yaklaşımdır ve burada bulunan biz Türklerin ataları, Müslümanların ataları da “Türklük”lerini bilmelerine ve zaman zaman kullanmalarına rağmen resmi olarak “Rum” kelimesini kendileri için de kullanmışlardır. Bunu biliyoruz, çünkü biz Roma İmparatorluğu’nun varisleriyiz. Ve Müslüman da olsak Romalıyız ve Roma imparatorluğu olduğumuz için de kilisenin himayesi bize kaldığı zaman, hayat uyum içinde devam etmiştir. Yani, imparatorluk devam etmiştir ve o imparatorluğun içinde baştaki imparator bir Müslüman olmasına ve herhalde inancı bakımından Rum Ortodoks ruhbanın pek hoşuna gitmemesine rağmen, kilise onu benimsemiştir. Bu bir Roma imparatorluğudur ve bunun içindeki sistem de ona göre gelişmiştir.
Türklerin imparatorluğu, Müslümanların imparatorluğudur haliyle. Ama bu bir Roma’dır. Roma’yı burada anlamak çok zordur. Maalesef bugünkü tarih anlayışımız ve popüler tarih anlayışımız itibariyle biz Roma İmparatorluğu’nun ne olduğunu anlamıyoruz. Roma imparatorluğu sırf Hıristiyan demek değildir. Hıristiyan olduğu zaman da vardır, pagan (politeist) olduğu zaman da vardır. Romalılıkta bir milli dil, belirli bir dilin etnosu hakim olduğu zamanlar ve mekanlar vardır ama her şeye rağmen öbür diller de onun yanında yaşar. Hiç şüphesiz; bu imparatorluklarda askeri dil her zaman bir tanedir. Roma’da orduda her zaman Latince kullanılmıştır. İster Mezopotamya sınırlarında olsun, ister uzak soğuk Germanya’nın sınırlarında bulunsun legyonda bu dil kullanılır, Doğu Roma ordusu da Hellence konuşur. İster Mısır’da, ister Balkanlar’da ve Herson bölgesinde bulunsun, Hellence konuşur ve komuta edilir. Osmanlı ordusu isterse Akdeniz kıyılarında, isterse Fırat-Dicle kıyılarında, veya Habeşistan sınırlarında olsun, Türkçe konuşur. Çünkü askeri dil, komuta dili çok önemlidir. Bunun gibi bürokraside de tek dil kullanılır, ama öbür dillere de yer vardır.
İçtimai hayata geçtiğiniz zaman diller çok çeşitlidir ve bu cemaatlerin içinde çeşitli inanç sahiplerinin kompartımanlar halinde yaşaması çok olağan karşılanmalıdır. Zaten o kompartımanlara mensub olanlar da dini inançlarının dışında başka bir hayat düşünmezler. Bu imparatorluklarda bir dinden bir dine geçiş hoş karşılanmaz. Yani hakim olan şey bizden önceki Roma imparatorluğunda Hıristiyanlık’tır. Bizans’ta birilerinin Hıristiyan olması tabii ki; hayırhahlıkla karşılanır. Osmanlılar zamanında birilerinin Müslüman olması hidayete ermektir. Tabii çok hoş karşılanır. Ama bir Yahudinin Hıristiyan olması hoş karşılanmaz. 19. asra geldiğimiz zaman ise, böyle vakalar tabii olmuştur ve gittikçe de yayılmıştır. Bunun üzerinde durmak gerekir. Böyle bir imparatorluğun içinde şüphesiz ki millet, bir birliği ifade eder ve millet teşkilatının başı olan ruhani lider, Yunanca “Etnos” ve “Arhon” kelimelerinden oluşur, milletbaşıdır (Etnark). O sadece ruhani reis değil, mali, idari, hukuki işlere bakan, hatta eğitim işlerine bakan liderdir. Ve çok enteresan bir oluşum, 1453 yılının kış aylarında ve hemen ardından 1454’ün Noel’inde (bu tabii Batı takvimidir) Ghennadios Sholarios, Fatih Sultan Mehmed tarafından davet edilmiştir ve bu davetin tasvirini ilk kez Franz Babinger “Muhammed der Eroberer und seine Zeit” adlı eserinde yapmıştır. Babinger’in ne Türkler ne de Ortodoks kilisesi için hissi bir sempati duyması mümkün değil; bir Bavyeralı Osmanisttir. Fakat burada çok orijinal olarak bu töreni anlatır. Patrik, asasını hükümdardan almıştır ve Fatih Sultan Mehmed, vezirlerle başka yöneticilerle yemek yeme alışkanlığını reddettiği, kaldırdığı halde, Patrik ile birlikte öğle yemeğini yemiştir ve yemekten sonra bütün vezirler Patrike refakat etmektedirler. Kendisine kırat hediye edilmektedir. Bu kırat çok önemli bir hakimiyet sembolüdür ve buna binerek, Patrik bir milletin başı, hem de aşağı yukarı ortak bir milletin başı olarak Patrikhane’ye avdet etmektedir. Avdet ettiği Patrikhane, şüphesiz bugünkü değildir. Çünkü Patrikhane Fener’e 16. asır sonunda gelmiştir. Henüz Patrikhane, şehrin ortasındaydı. Tahminen bugünkü Fatih Camii’nin civarındadır ve ilk defa olarak kendisine Paleoglar devrinden beri Ortodoks inançtaki milletlerin sadece ruhani liderliği değil, idari, adli, mali liderliği ve maarif otoritesi olma görevini yüklenmektedir. Bu, Tanzimat’a kadar böyle devam edecektir. Çok önemli bir husustur ki bu dünyanın ortasında, sadece bu mezhebin dışında kalan yani Anti-Chalcedon dediğimiz kiliselerin birliğini temsilen bir Ermeni Patrik vardır. Ve halen devam etmektedir. Yani İstanbul’a bir Ermeni Patrik tayin edilmektedir.
İstanbul’da Ermenilerin ruhani bir makamı yoktur, yani Ahdamar (Van), Çukurova’da Sis ve Erivan civarında Eçmiyazin katoğizoslukları ve Kudüs’teki Patriklik dışında burada böyle bir makam yoktur ve Patrik’in kendisine denmiştir ki, “sen artık milletbaşısın, etnarksın. Bu tamamen Roma sistemidir.” Ruhani liderinizin kim olduğu bizim için önemli değildir. “Eçmiyazin’deki katoğikos bile size tabidir, vergisini size verir ve sizin jurisdictionunuza ve cezai takibatınıza tabidir. Bunun dışında aranızda nasıl bir ruhani ilişki var; bizim sorunumuz değildir” bu hal böyle de devam etmektedir ve o tarihte Anti-Chalcedon oldukları yani Kadıköy Konsilinin kararlarına katılmadıkları ve monofızist dendiği halde (burada şuna tabii işaret etmek zorundayız; bunu herhalde fehmetlü efendimize, size ve ruhani zümre mensuplarına değil ama yanlış olarak Batı dillerinin etkisiyle “jakobite” gibi kelimeler kullanılıyor ve bundan hoşlanmıyor Süryani Kilisesi mensupları, bu doğru değildir ve yine monofizist ve diofizist gibi tabirler kullanılıyor. Bunlar argodur ve hafif hakaretamizdir.
Kilise kavgasının ürünü olan bu tabirleri Müslüman dünyası olarak konuşma ve yazı dilinde de kullanmamamız gerekiyor. Çünkü o kiliselerin mensupları kendileri için kullanılan bu tabirleri sevmiyorlar. 451 Kadıköy Konsili’nin kararlarına iştirak etmeyen kiliselere Anti-Chalcedon=Kadıköy karşıtı kiliseler denir) ve bu iki grup, yani Mısır Kobt Kilisesi ve bunun dışında Süryani Kadim Kilisesi ve Ermeniler bir ara İmparatorluk’ta aynı idareye tabi tutulmuşlardır. Gayrı resmi olarak ayrı mali hükümlere ve idari bir teşkilata sahip olsalar da; idare, bunları bir ölçüde tutmuştur. Ta ki 19. asır gelene kadar. Nihayet imparatorlukta çok önemli bir unsur; önemli bir Yahudi nüfusu vardır. Bunlar burada eskiden beri yaşayan, “Romanyot” denen, Bizans’tan kalma Yahudilerdir. Bundan başka Ortaşark bölgesinde yaşayanlar var. Fakat büyük ölçüde İspanya ve Portekiz’den İtalya yoluyla göç edenlerdir. 19. asırda bunların “Eşkinazim” (Almanyalı demek) dediğimiz “Yidiş” konuşan bir grup da katılacaktır ve bunları pek iyi tanımıyoruz. Kültürel hayatımızda, 19. asrın Osmanlı Yahudiliği içinde bir klasik Akdeniz kültürünü saklayan ve çoğunluğu teşkil eden İspanya, İtalya, Portekiz kökenliler vardır. Artı metropolde pek görülmeyen Arabça’yı ve Ortaşark kültürünü muhafaza eden Yahudiler vardır. Fakat asıl önemlisi ta 17-19. asırlardan itibaren Doğu Avrupa’dan kaçıp, Osmanlı ülkelerine sığınan Yidiş konuşanlar vardır. Bu unsur bizi yapı olarak tamamlamaktadır. Bu imparatorluğun içinde hiçbir şekilde millet statüsü verilmeyen resmen ayrı inanç sahibi olarak görülmeyen ama pratikte ve hatta Müslüman bilginler arasında tamamen ayrı gibi mütalea edilen gruplar da vardır. Kimlerdir bunlar? Lübnan, Suriye ve Filistin’de yaşayan Dürziler. Kimlerdir bunlar? Yukarı Mezopotamya’da yaşayan Yezidiler ve Antakya ve Lazkiye’de yaşayan, bugünkü sınırlarımız içinde bulunan Nusayri dediğimiz grup ve tabii çok dağınık ve uygun biçimde yaşayan büyük ölçüde Türklerin mensub olduğu Alevi dediğimiz kırsal inançtaki Türkler, bilhassa Alevilik’i, Osmanlı dini otoriteleri, idari otoriteleri görmezlikten gelirler. Bu bir gerçektir. Yani öyle bir ayrılığı bilseler bile, bilmiyor gibi görünürler.
Nusayrîleri bilirler, Yezidîleri bilirler ve Dürzîleri bilirler hatta Cevdet Paşa gibi değerlendirirler, ama kamu hayatında Anadolu Alevileri hiçbir şekilde söz konusu edilmez. Bu konuda Cevdet Paşa ve Hamidiyye ricali bugünkü politikacılardan daha bilgedir. İdari hayatta Dürziler tıpkı Sünni Müslümanlar gibi mütalea edilirler. Zaten asker de verirler. Çok da iyi askerdirler. Onu da söyleyelim. Bugünkü İsrail Ordusunda bile bunlar çok iyi savaşçı bulunuyorlar. Öbür Arablarla pek de bağdaşmadıkları için. Ama bunları millet teşkilatı içinde göremeyiz. Şimdi burada büyük bir reform meydana gelmektedir. 19. asra geldiğimiz zaman, insanlar çok değişik bir yapının içine giriyorlar. Bizim 19. yüzyıldaki reformlarımız hem reformdur, hem değildir. Reformdur, zira bu yapı değişmektedir. Reform değildir, zira çok eskiden kalan adetler devam etmektedir. Madde bir; gayrimüslimlerin askerlik yapmadığı. Bu bizim tarih edebiyatımızda ve yanlış tarih bilgimiz ve dolayısıyla da siyasi edebiyatımızda son derece yanlış yorumlanan bir konudur. Gayrimüslimler askerlik yaparlar. Hem öyle sandığımız gibi, tabib olarak, eczacı olarak, mühendis olarak değil; bayağı, muharib sınıfların içinde bulunurlar. Sırf subay olarak değil, nefer olarak da yaparlar. O kadar ki Osmanlı donanması, Noel’de ve Paskalya’da demir atar. Çünkü mürettebatın çok önemli bir kısmı yortu için eve gitmek zorundadır. Bunu sadece o zaman hekim Alexandross veya kimyager Polikarpos ile veya eczacı Dadyan efendiyle falan sınırlayamazsınız. Düpedüz mürettebatın içinde her yerde ve orduda önemli miktarda gayrimüslim vardı. Askeri mekteplerde okuyanları vardır. Bunları maalesef imparatorluğumuzun who’ who’su, kim kimdir’i iyi hazırlanmadığı için bilmiyoruz. (İsim isim biliyoruz. Mesela zannediyorum “Şalom” gazetesi yazarlarından Sara Yanarocak’ın babası muharib sınıftan subaydır, meslek sınıfından değil.)
II. Abdülhamid döneminde ve öncesinde bu yapılan değişikliği görünüş evvela bazı gayrimüslüm cemaat gruplarına millet statüsü verildi. Mesela Süryani-kadim cemaati ve Latin-Katolik cemaati gibi. Fakat asıl önemlisi Müslümanların halifesi yüksek okulların gayrimüslim talebenin üçte bir oranında kabul edildiği bir düzeni devralmıştı. Mezun olan talebeyi orduda ve mülki idarede geniş ölçüde kullandı. Taşrada, örneğin Kosova’da Süryani bir savcı veya Ermeni yargıç görülüyordu.(1)
İmparatorluğun her tarafında Musevi cemaati vardı. Mezopotamya ve Arabistan’da Arabça konuşanlar, El Cezire’de Aramca konuşanlar, Kürdçe konuşanlar vardı. Fakat Doğu Avrupa’dan göç edenler Yidiş dilini terkediyor ve çoğunluk olan Safaradi grubu içinde eriyordu. II. Abdülhamid hahambaşı kaymakamı (locumteneus) statüsündeki Moshe-Levi’ye iltifat ederdi. Bu sayede imparatorluk Yahudilerinin idaresi merkezileşmiş sayılabilir.(2)
Önemli okullarımıza, imparatorluğun nüfusunun üçte biri gayrimüslim addedildiği için (çünkü düzgün bir nüfus sayımı yapamadık) bu oranlarda tabib alınır, veteriner alınır, Mekteb-i Mülkiye’ye (idareci yetiştiren yere) talebe alınır. Yer için Hıristiyan cemaatler arasında bu nedenle çekişme olur. Mesela Ermeni cemaati, “Rum talebeyi daha fazla alıyorsunuz, bizden de o kadar alın” gibi itirazlarda bulunurlar, zaman zaman düzenlemeler yapılırdı. Ama her zaman için üçte bir talebe (numerus clausus) esası üzerinde gayrimüslimlerden alınır.(3) Daha da ilginci, Osmanlı padişahı, son universal Roma imparatorudur. Selamlık resmine çıktığı zaman halife olarak (hilafetle padişahlık da çok ayrı şeyler değildir, çünkü hilafet ruhani bir makam değil, idari bir makamdır.) Cuma selamlığına çıktığı zaman selam kıtasının içinde gayrimüslim milletlerin subay ve çavuşlarının bulunmasına dikkat edilir. O kadar ki 19. asırda, Ermeni Katolikler ve Latin milleti dediğimiz, yani Roma Katolik Kilisesine mensub kişiler de “bizden de çavuş ve mülazım teğmen bulunsun” demişler, bu da kabul edilmiş. Muharrem 1295 (1886’ya gelen) bir ferman var bu konuda, II. Abdülhamid’in iradesi. Nihayet daha evvel bazı gruplara bitişik olan Hıristiyan zümreler bağımsızlık kazanmaktadır. Eylül 1299 ve daha evvel 1275, yani tamamı tamamına 1859 tarihinde Süryani Patrik’ine, bir patrike verilmesi gereken nişanlar, en başta birinci rütbeden Mecidi Nişanı verilir ve kilisenin kendi autocephalie’si tanınır. Gene dini gruplar arasında Musul’daki bir hadisenin gösterdiği gibi münaferet gözlenmektedir. Bu bir kozmopolit imparatorluktur.
Çok ilginç olaylardan birisi; 1856 yılında Trablusşam’da (Suriye’de) bir Hıristiyanın cenazesi el üzerinde taşındığı için, Müslümanların gürültü çıkarmasıdır. Çünkü, “Hıristiyan cenazesinin” bir hayvanın üzerinde nakledilmesi gerekir deniyor. Cemaatin el üstünde bir cenazeyi, naaşı taşıması Müslümanlara has bir adetmiş orda ve bu çıkan arbedede suçlu olanlar, provokatörler zabıtanın takibi yüzünden kaçıyorlar. 1-2 ay sonra yakalandıklarında ve sorguları yapıldığında çok ilginç; tamamen Hıristiyan karşıtı provokasyon yapan bu adamlar, dağlardaki Maruni manastırlarında saklanarak vakit geçirmişlerdir. Yani buradaki bağlantıları, insanların yaşam biçimini kavramanın pek imkanı yoktur. Şart ki vesikanın dışında pratik hayata doğru yönelmek, çok çok anıları dinlemek, aklı başında seyahatnameleri okumak gerekmektedir. Ancak bu toplumda insanların, modern bir toplumda olduğu gibi standart görevler ve ortak (uniform dediğimiz) yeknesak mevkiler için kavga etmeleri söz konusu değildir. Herkes kendi kompartımanı içinde kavga eder. Ermeni, kendi sınıfı içinde, Amira dediğimiz yüksek zümrenin insanlarıyla çekişir; onların yerini almak için uğraşır. Museviler aynı şekilde, kendi kompartımanı içinde, kendilerinin sorunları ve içindeki rakipleriyle çekişir. Rum Ortodoks cemaati için de bu böyledir. Anşart ki 19. asrın etnik milliyetçiliği dolayısıyla bir müddet sonra Makedonlar, Bulgarlar, Helen unsurla çekişmeye başlamışlardır ve 19. yüzyılda mesela Bulgaristan tarihinde bilhassa, eğitim reformları sırasında Bulgar halkının çekiştiği asıl unsur, Babıâli’nin Türk-Müslüman memurlarından çok, Fener Patrikhanesi’nin mensubları ve temsilcileri olmuştur.
Cemaatlerin içinde 19. yüzyılda yeni unsurlar ortaya çıkmaktadır. Trabzon’da, Girid’de, Arnavutluk’ta bazı zümreler mezheb ve inanç sahibleri, iman-ı aslilerine döndüklerini ifade etmektedir. Bunlar bizim gizli Hıristiyan dediğimiz zümredir. Eski Ermeni, eski Rum-Ortodoks inancında olup, 1516-17. asırlarda muhtemelen fakirlikten, vergi vermekten kurtulmak için kendi inancını gizleyen, komşu köylerin de pek Müslüman olmadığını bildikleri fakat ses de çıkarmadığı bu gibi gruplar; Arnavutluk, Girid, Pontus bölgesinde bulunurlardı. Bunlar birdenbire “biz aslında Hıristiyanız” diye çıkıyorlar ve hükümet bunları bazen orada Müslümanlarla aralarında büyük arbede çıkmasın diye sürmeye kalkıyor. Bazı ahvalde de etraftakiler “ne diye sürüyorsunuz, biz biliyorduk zaten onların ne olduğunu” diyorlar. Yani böyle bir yapılanma ortaya çıkmaktadır. Fakat daha problematik olanı; 20. yüzyılın eşiğinde ve 19. yüzyıl Osmanlı coğrafyasında Balkanlar bölümünde pek tesiri olmamakla birlikte, yani Rum-Ortodoks, Museviler ve Müslümanlar arasında pek etki yaratmamakla birlikte, Şark Hıristiyanları denilen Ermeniler, Süryaniler, Suriye’deki Hıristiyanlar arasında Protestanlık yayılmaya başlamaktadır. Bu olayı maalesef laik dediğimiz tarihçilik, gereği gibi ciddiyetle ele almamıştır. Ruhani zümre mensubları, Protestanlığın o zamanki faaliyetlerine karşı çıktıkları gibi, bugün de bu propagandayı belki pek hayırhah yorumlamıyorlar ve biz buna onun için dini inanç çatışması da diyoruz. Aslında öyle değil. Din bir kültürdür. Dini inancın etrafında bir kültür hasıl olur ve insanlar bunu kaybettikleri zaman, velev ki dillerini, lisanlarını saklasalar bile, artık yaşam biçimlerinde ve hayata bakışlarında değişiklik meydana gelir. (Bunun nasıl bir vak’a olduğunu anlamak için eski Sovyet coğrafyasına bakmak zorundayız. Şurası çok açıktır ki, Rusya’da kilise ve inanç komünist idareden ağır darbeler yemiştir ve yaralanmıştır ve yeniden kilise hayata el atmaya kalktığı zaman, bazı yerlerde insanların bu kiliseye bağlanamadıkları görülüyor. Bir takım imkânsızlıklar var; insanlar ailenin içindeki inancı gönülde saklasalar bile ritüeli kaybetmişler. Bu boşluktan ve ekonomik sefaletten istifade eden Protestan gruplar yoğun bir propaganda yapıyorlar ve o memleketin bin yıllık Ortodoks kültürünü tahrib ediyorlar. Aynen 19. yüzyılda Osmanlı coğrafyasında Protestan faaliyetlerin neleri tahrib ettiğini anlamak için, pekala günümüze bakarak durumu kavrayabiliriz.) Ve bizim klasik millet sistemini altüst eden gelişmelerden biri budur. Milletler, yani eski inanç grupları, yeni bir gelişmeyle karşı karşıyadır ve bunun getirdiği gerilimler Rum Ortodoks Kilisesi’ni de Süryanileri de etkisi altına almaktadır. Nihayet 19. yüzyılda, çok daha önemli bir gelişme, adeta mezheb değiştirme işlemlerini aratmaktadır. Daha evvel millet statüsüne sahib olmayan Latin milleti, bir millet statüsüne sahib olmaktadır. Çünkü mesela Türkiye’de bir hayli İtalyan vardır. Yani İtalya’da ekmeğini kazanmayan bir takım insanlar buraya gelmişlerdir. İyi de etmişlerdir. En azından karşı taraftaki Beyoğlu’nun mimarisini onlara borçluyuz. Onlar öğretmişlerdir bu mimari sanatını. İtalyanca çok yaygın konuşulan bir dildi.
Vakıa, o bildiğimiz İtalyanca değildi. Napoli’den Toscana’ya, daha öteye Lombardiya’ya kadar bir takım lehçelerin karışımı. O lehçelerin kendi karışımı yetmiyormuş gibi, Ermenice ve Rumcayı da alıyor içine. Edmondo Amicis’in dediği gibi “bunu anlamak için” diyor, büyük İtalyan yazar; “bayağı ustalık lazım.” Tabii zamanla bu zümre eridi. Buradan göç etti, hatta bugün bu insanların torunları artık İtalyanca bilmiyor. Yani aşağı yukarı kırk kırkbeşten genç İtalyanlar, artık İtalyanca konuşamıyorlar. Ve daha da ilginci, Yukarı Mezopotamya’dan göç eden Süryani ve Keldani dediğimiz inanç sahibleri, bu kiliseye (Katolik olanları bilhassa) bu cemaate ilhak ettiği için, onlar da tabii o yerel dillerini bırakıyorlar. Bu sayede Türkçe konuşan Katolik bir cemaat çıktı ortaya. Bu, çok ilginç bir gelişmedir. Yani din, bazılarımızın zannettiği gibi, hayatımızdan çekilip gitmiş değildir. Mühim bir kültürel olay, değişim olarak halen devam etmektedir.
II. Abdülhamid zamanında devlet bir imparatorluktu. Bunun klasik millet yapısı 19. yüzyılda darbeler yedi. Bu darbeleri yerken kendine has yeni mekanizmalar geliştirdi ve bunlarla da birlikte, bu siyasi imparatorluk yapısıyla birlikte, birçok şeyler tarihe karıştı. Ama o birçok şeyler elan yaşıyor. Bizim bilmemiz gereken; bu sistemi son derece akıllıca incelemek gereğidir. Zamanımızı iyi değerlendirelim ve hatta bazı problemler için bazı çözüm yollarını böyle edinelim. Hiçbir içtimai teşekkül, yani toplum, hiçbir siyasi teşekkül, yani devlet, tarihi reddetme ve görmezlikten gelme hakkına sahib değildir. Bunu yaptığı takdirde, ortaya çıkan gelişmeler hakikaten o toplumu şaşırtır ve kaosun içine sürükler, (İstenmeyen etkilerin de karışmasıyla) hoşlanmayacağımız gelişmelerden mutazarrır olabiliriz.
II. Abdülhamid devrinin bütün Türk tarihindeki en önemli vasfı eğitimi yaygınlaştırmak, merkezileştirmek ve Türkleri 20. yüzyıla hazırlamak olmuştur. Bu alanda yapılanlar Tanzimat asrının devamı olmakla birlikte Anadolu ve ihmal edilen Suriye-Lübnan’da yabancı misyonların kuvvetli faaliyetine karşı bir denge oluşturuldu. Hatta 1900 yılında önce Selanik, sonra Bağdat ve Beyrut ve Konya’da hukuk mektebi kuruldu. Şam’da bir tıbbiye teşkil edildi. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde; Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitimin temelleri atılmıştı, memuriyete başlayacak bir zümre vardı ve yakın istikbalde sorun çözülecek gibiydi; Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Harbi gibi önlenebilir ve karşı koyulabilir savaşlar bu alt yapıyı eritmiş ve cumhuriyet yıkım seviyesinde bir noktadan işe başlamak zorunda kalmıştır.
II. Abdülhamid devrinin çeşitli unsurlar arasından gelen eğitimli bürokratı çok dilliydi. Bu özellik sonraki devirlerde kaybolmuştur. Mükemmel Fransızca bilen Türkler veya Türkçesi Rumca ve Ermenicesi kadar mükemmel olan gayrimüslim memurlar vardı.
19. yüzyılın belirgin bir özelliği iki dilli Osmanlı aydınıdır. Sözünü ettiğimiz ikinci dil yabancı dil olan Fransızca değildir. Değişik etnik gruptan olan aydınların Türkçeyi de mükemmel biçimde öğrenmiş olmalarıdır. Tanzimat aydınının bu tipine örnekler çoktur. En çarpıcısı ceddinden gelen Rumcayı da Türkçe kadar iyi bilen Ahmet Vefik Paşadır. (Dedesi ilk Müslüman Divan-ı hümayun tercümanı Bulgarzade Yahya efendiydi.) Kuşkusuz Arnavutluk’un Fraşeri hanedanından gelen Şemseddin Sami, ilmi Türk ve Arnavut tetkiklerine başlayan iki dilli ve iki ideolojili bir münevverdi. 19. yüzyılda Rumeli eyaletlerindeki memurların birçoğu Türkçe dışında bir iki Balkan dilini çok iyi bilirlerdi. Aslında Tanzimat Türk dilinin eğitiminin yaygınlaştığı bir dönemdir. Mekteb-i Sultani, Tıbbiye, Mülkiyye gibi kurumlar Türk dilini iyi öğreten kozmopolit Osmanlı bürokrasisinin yetiştiği kurumlardı. Esasen Mekteb-i Tıbbiye’ye her dini gruptan ne kadar öğrenci alınacağı, gayrimüslim cemaatler arasındaki münakaşadan dolayı; Babıâli tarafından belirli kontenjanlarla tesbit edilmişti. Babıâli (Meclis-i Vala) sıhhatli bir nüfus sayımı yapılana kadar, gayrimüslimlere üçte bir kontenjan ayırmış, bunu çeşitli gruplara taksim etmiş ve münakaşa üzerine sonra Bulgarlar için de bir grup tesbit etmişti. Üçte bir oranı yaygınlık kazanan bir uygulama olmalı ki, Meclis-i Mebusan açıldığı zaman orada da azanın üçte birinin gayrimüslim olduğu görülmüştür.
II. Mahmud devrinden beri Yunan ayaklanması nedeniyle Fenerli Rum aristokrasi gözden düşmüş ve Bab-ı âli’nin kadrolarına diğer gayrimüslim unsurlar ve Türkler girmeye başlamıştır. Ermeni Divan-ı hümayun tercümanları içinde Sahhak Ebro efendi Osmanlıcasının zenginliği ve yaptığı telif ve tercümelerde iktisat ilmine ait Türkçe karşılık bulduğu yeni kelimeleriyle tanınır. Nihayet 19. yüzyılın son çeyreğinde eğitim reformu geçiren Museviler de bu dönemden itibaren Bab-ı âli bürokrasinin önemli mevkilerinde görülmeye başladılar. Bu bürokratların içinde Moiz Fresko gibi örneğin İbranice harflerle (Üstad adlı) Türk dilinde gazete çıkaranlar, Missalidis gibi Yunanca harflerle Türkçe mecmua çıkaran ve roman yazanlar (Temaşa-i Dünya R. Anhegger tarafından Latin harfleriyle çıkarıldı.) Ermeni harfleriyle romanlar şiirler kaleme alanlar vardır. Nihayet Baronyan Agob gibi hem Ermenice hem Türkçe gazete çıkaranlara da rastlanır. (Tadron veya Tiyatro gazetesi) 19. yüzyılın bu kültürel pluralizmi, Şemseddin Sami gibi hem Arnavut hem Türk ulusçuluğunda ayrı bir yeri olan daha doğrusu bir Osmanlı İmparatorluk ulusçusu tipindeki aydınların da ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Osmanlı seçkini bu gelişmeler sonunda bürokraside kozmopolit bir kadro oluşturduğu gibi, bilim ve sanat hayatında da özellikle matbuada bu yapıyı sonuna kadar korumuştur. İki dilli Osmanlı seçkinlerine hayatın her alanında rastlamak mümkündü. 1854’te Topkapı civarında doğan fakir bir Ermeni genci, aldığı bursla Mekteb-i Sultani’de okumuştu. Geleceğin Ermeni patriki Ohannes Arşaruni’dir bu kişi.(4) Mekteb-i Sultani, Tıbbiye gibi eğitim kurumlarının kadrolarında, Bulgar, Rum, Ermeni, Arnavut, Marunî gençlerine her zaman rastlanıyordu. Özellikle Hamidiyye devrinde Arab vilayetlerindeki gençlere verilen bu eğitim imkanıyla, Arablar arasında da Osmanlı patriyotizminin yayılması amaçlanmıştır. Bu gibi girişimlerin ulusçuluğun sonuçlarını önleyemediği açıktır. Ama kültürel planda bir Osmanlılığın yerleşmesini sağlamıştır. Nitekim İmparatorluk dağıldıktan sonra da Bulgaristan’da, Romanya’da, Arab ülkelerinde Osmanlı eğitiminden geçmiş, Türkçe bilen bir bürokrasi bıraktı. İmparatorluk hayatını Osmanlıcılık, İslamcılık ve ulusçuluk gibi akımların çatışmasıyla kapadı. Bizzat Osmanlı eliti de bu kavganın içinde yer aldı. İmparatorluğun dağılmasını önlemek isteyen muhalefetin üyeleri daha çok Türk unsur arasından çıkmıştır. Kozmopolit bürokrasi ya resmi muhalefetin ve iktidarın taraftarı olmuştur, ya da ulusçu akımlara mensub olmuştur. Ama bu arada Osmanlı patriyotizmi için mensub olduğu etnik ve dini grubun ayırımcı isteklerine karşı çıkanlar da vardır. Londra sefiri Kostaki Muzurus paşa bu tip Osmanlı vatanseverlerindendi. Atina elçiliği sırasında, Yunan ulusçularının nefretini kazanmış ve sakatlanmasına neden olan bir suikasta maruz kalmıştı.(5) Genellikle Osmanlı eliti ulusçu eğilimleri olsa bile ilk anda federasyondan öte bir program düşünememektedir. 1860’larda “Bulgar gizli ihtilal komitesi” Avusturya Macaristan modeli üzere federatif bir model öngören ilk anayasa teklifini getirmişti. O kadar ki tamamıyla yabancı ülkeden gelen Zionistlerin bile sadece idari muhtariyetten ötede bir program öngöremeyen genç liderleri Osmanlı eğitiminden geçmeyi ve Osmanlı sistemiyle bütünleşmeyi yöntem olarak benimsemişlerdir. Polonyalı David Ben Gurion’un ve Rusyalı Ben Zvi’nin ve bazı yandaşlarının Osmanlı hukuk mektebinde talebe olması bu havayı açıklar.
Kuşkusuz Osmanlıcılık sağlam tarih şuuruna dayanan bir ulusçuluk değildi: O pragmatik ve belli bir coğrafyadaki geleneklere dayanan yurtseverlik ideolojisiydi. Osmanlılığa mensub bu kozmopolit elitin ortak bir Osmanlı tarihi şuuruna mensub olduğunu gösteren ciddi etüdlere ve böyle bir şuura dayanan bir tarih yorumunu bulmak güçtür. Emperyal milliyetçiliğin sadece bizde değil, Avusturya Macaristan’da bile en zayıf tarafı buydu. İdari, siyasi, iktisadi yönden Osmanlı birliğinin devamını zaruri gören Butrus el Bustani, Tahtavi, Kavvakebi gibi Arab aydınlarının tarih yorumlan tamamen anti-Türk ve ırk’a dayanan bir Arab ulusçuluğuydu.
Ahali (tebaa) ile devlet; istibdat sözü İslam devletlerinde bir meziyet ve marifettir; tek kişinin idareyi yürütebilmesi olağanüstü hallerde alkışlanır. Tıpkı eski Roma’da “dictator” sözünün bir memuriyeti ifade etmesi gibi, dictator senato seçimiyle bu göreve gelir, küçültücü bir siyasi tabir değildir. Demokrasi idari kontrolsüz olmaz; yani altyapı gerekir. II. Abdülhamid devri sansürü Türklerin irfanının gelişmesini önledi. Arablar Mısır’da basılan her şeyi okudu; Slavlar Rusya’da basılanları… Türklerin ise okuyup ufku gelişmeyen Jön Türkleri bir imparatorluğu sırtlandı. II. Abdülhamid sansürü muhdike (gülünç) sahneler ve safahatla doludur. Bununla beraber Arab, Bulgar, Rum, Ermeni, Arnavut gibi anasır matbuat ve kitabla onun devrinde tanıştı. Genç eğitiminin yayılmasıyla birlikte tekkeler ve tarikatlar bile ikincil yapılar olarak cemiyette rollerini arttırdı. Buralarda musiki, tezhib, Farsça eğitimine daha çok rastlanır. Tarikatler malî destekle idari kontrol ve gözetim altındaydı. II. Mahmud devrindeki Bektaşi düşmanlığı da Sultan Abdülmecid ve II. Abdülhamid devrinde çok yumuşadı. Cevdet Paşa Tarihi’nde II. Mahmud döneminin bu anti-Bektaşi politikalarını eleştiren bölümlerle, devrin siyasi havasını yansıtmaktadır.
Cevdet Paşa Bektaşilik iftirası ile sürülen zevatı da sayıyor; “Garibdir ki bu sırada Anadolu payelulerinden Melekpaşazade Abdülkadir Bey, Mekke-i mükerreme payelulerinden vakanüvis-i sabık Şanîzade Mehmed Atauallah Efendi ve Şikk-ı Salis defterdarı meşhur İsmail Ferruh Efendi dahi Bektaşilikle itham olunarak; Abdülkadir Bey Manisa’ya, Şanîzade Menemene, Ferruh Efendi Bursa’ya sürüldüler. Bunların Bektaşilikle hiç teallük ve münasebetleri yok idi” der. Kısacası Beşiktaş Cemiyet-i ilmiyyesi dediğimiz özel ilmi grub dağılmıştı ve ulema ve üdebanın zarif kişileri birilerinin gazabına uğramıştı. “O zaman neşahir-i felasife-i İslamiyeden olan Beşiktaşlı Kethudzade Efendi dahi haftada iki gün ol meclise devam ile gerek felsefiyata ve gerek edebiyata dair olan mübahasatda bulunurmuş.”(6) Kendisini Cevdet Paşa “ayaklı kütübhane” diye tanımlar, garb ve şark musikisinden, Fars dilindeki derinliğinden söz eder; mütevazi ve dürüst hayatı üzerinde anekdotlar el yazma mecmualarla elden ele dolaşmıştır.
Tanzimat dönemi bürokratları II. Mahmud devrinin aksine Bektaşilik ve Melamilikle böyle amasızca uğraşmak yöntemini terk etmişlerdir. Zamanla bu tarikatların bir rehabilitasyonu da sağlandı. Fakat genelde bütün tarikatlar üzerinde gözetleme, denetim ve sınırlayıcı bir mekanizma geliştirdiler. Tekke devlete yamandı, devlet tekkenin gözeticisi ve hamili oldu.
Devletin Vahhabîlik ve İsmailiyye gibi mezhebleri tanımadığı, hoşgörmediği; buna karşılık Durzîlik ve Yezidîlik gibi inançları İslam inanışı dışında gördüğü halde idari yönden sabır gösterip, eritme ve sakinleştirme yoluna gittiği biliniyor. Aynı şekilde tarikatlar içinde benzer tavır söz konusudur. Hurufilik hoşgörülmemiş ve zaten 15. asırda mensupları takib ve tedib ve idam edilmiş; Ticanîlik tarikatı İslam akidesine aykırı görülmemiş ve fakat resmen tanınıp himaye görmemiştir.(7)
Tanınmayan ve tasdik edilmeyen tarikatler veya buna mensub olanların tekke kurmaları devlet tarafından yasak edilir, dergâh ve tekkeleri kapatılırdı.
Rumeli’de Bosna, Yanya, Girid ve Arnavutlukta Bektaşiler daha müsait bir ortamdaydılar. Osmanlı yönetimi dışında kalan Tuna prenslikleri ve Kırım Müslümanları arasında bu tarikatın rahatça ve masun yaşadığı da bir gerçekti. F. De Jong’un tetkiklerine göre Mısır(8) ve Arnavutluk gibi yerlerde bu tarikatların toplum ve idare ile bütünleşmesi daha yoğundu ve lehlerine bir hava vardı. Gene ilerde Genç Türklerin de bu tip tarikatlere daha yakınlığı vardı. Şeyhulislam Musa Kazım Efendi’nin farmasonluk ve Bektaşilik ile olan bağları abartılarak öne sürülmüşse de, bir ölçüde gerçektir. Profesör Irene Melikoff Genç Türklerin Bektaşilik ve Masonlukla arasındaki bağları öne sürer. Ünlü tarihçimiz T. Zafer Tunaya; bir İttihatçı’nın tarikat ve masonluk ile de bağ kurmasının olağan olduğunu belirtir. Profesör Kreiser; Melami ve Bektaşi gibi tarikatlarla ittihatçıların arasındaki bağlara işaret etmiştir.(9)
Dış politikada Sultan II.Abdülhamid’in Alman taraftarı politika izlediği söylenir. Gerçek şu ki Almanya’yı diğer güçlere karşı bir gösteri unsuru olarak kullandı; gelen askeri misyonları, genelkurmayın ana hücrelerine ve gerek çekirdek büro faaliyeti ve kararlara ve işlere pek karıştırmamak gibi bir yol izlendi. İlk defa bir Kayzer’in (devlet reisi olarak) Osmanlı topraklarını ve Kudüs’ü ziyareti gibi garib işler de bu arada oldu. Devrin Kudüs mutasarrıfı Mehmet Ziyaneddin Bey’in hatıratının ilk cildinde bu ziyaret dolayısıyla cereyan eden tuhaflıklar da anlatılır: Ama nihayet esnek ve dengeci bir dış politika da II. Abdülhamid devri ile bitmiş ve Jön Türkler daha Almancı bir politika izlemiştir.
II. Abdülhamid ve Dış Politikasının Esasları
1878 Berlin Kongresi’nden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyıl sonundan itibaren uyguladığı politik dengenin unsurları değişmektedir. İngiltere birinci derecede güçlü devlettir, Fransa ise, İngiltere ile başkaları arasında varılan uyuşmaları er-geç izlemek zorundadır. 18. yüzyılda Fransa’nın Osmanlı Devleti lehine izlediği, politik, diplomatik arabuluculuk rolü; artık 1878’den sonra söz konusu olmamaktadır. Fazladan İngiltere ve Fransa’nın bundan böyle Osmanlı Devleti’ni Rusya aleyhine eskisi kadar desteklemeleri söz konusu değildir. Büyük devletler dünyanın bu parçasında “ihtilaller ve milliyetler” çağını olgu olarak kabul etmiş görünüyorlar ve Balkanlar’ın Osmanlı’dan kopuşu konusunda, Osmanlı bütünlüğünü koruma prensibinden vazgeçilmiştir. 1791 Ziştovi ve Yaş anlaşmalarından beri kendisi ile harb edilmeyen Avusturya (1867’den beni Avusturya-Macaristan) şimdi kongrede Bosna-Hersek’i işgal ederek Balkanlar üzerindeki mütecaviz emellerini kuvveden fiile çıkarmaktadır. İngiltere’de muhafazakâr hükümetler, hassaten Benjamin Disraeli Osmanlı Devleti’nin birliğinden yana bir politika izlemiştir. Hâtta İngiltere başbakanı bu politikasından dolayı parlamentoda “Yahudi” diye tahkîrane bir protestoya da uğramıştır. Başbakanı kuşkusuz pro-Turc politikaya iten ana neden, Sefarad Yahudî menşeînden çok, İngiltere’nin gerçek menfaatini görebilmesiydi. Nitekim Gladstone ve Liberaller bu politikanın aksini izlediklerinden; Balkan halklarının milliyetçiliğini desteklediler ve tarihin son Roma İmparatorluğu Avrupa topraklarında gerilemeye başladı. Diğer yanda Berlin Kongresinde Rusya umduğunu bulamadı; Avrupa onun karşısındaydı, asıl önemlisi romantik bir hava içinde, uğrunda döğüştükleri Balkan Slavları, Alman politikasını ve kültürünü ve tabii Almanla ile iktisadi bağlantıyı Rusya’ya tercih ediyorlardı. Bu durumda Rusya, özellikle büyük sınaî yatırımların yapıldığı III. Aleksandar döneminde (ki kendisi Mirotvoretz=sulhsever unvanını taşır) Osmanlı İmparatorluğu ile barışçı bir politika izlemeyi tercih etmiştir. Hâttâ Rusya ile bütün perde arkası ilişkinin, İstanbul şehreminlerinden olan, daha önce de Rusya St. Petersburg sefirliğinde bulunan Rıza Paşa aracılığıyla sürdürüldüğü rivayet edilmektedir. Demek ki Balkanlar’da Avusturya ve İtalya’nın emelleri İngiltere ve Fransa’nın Balkan milletlerini destekler tavra da Osmanlı Devleti’ni Almanya’ya yakınlaştıran nedenlerden biridir. Bugünkünün aksine Almanya 19. yüzyılda Balkanlar’da aktif politika gütmeyen ve henüz çıkarlarıyla sahneye çıkmamış bir devletti.
Alman-Osmanlı yakınlaşmasını tersîm ve tesis eden diplomatik ilişkiler ağı, esas itibarıyla otoriter bir toplum ve devlet yapısına dayanıyordu. “Otoriter” rejim “totaliter”den farklı bir yapıdır. Tek merkezli bir ideoloji ve idareden çok, belirli bir dünya görüşü (Weltanshauung) etrafında biçimlenen bir toplum yapısı ve bir eğitim sistemine dayanır. Otoriter rejim Rusya tipi bir “otokrasi” de değildir. Parlamentonun, serbest basının daima müdahaleye açık ve zorba tedbirlerle kulağı çekilebilen, bir hükümetin parlamentodan çok hükümdara karşı sorumlu bulunduğu sistemdir bu. Alman dış politikası kapalı kapılar ardında diplomatlar, askerler tarafından tespit edilir ve kitleler basın ve cemiyetler yoluyla bu politikayı desteklemeye çağrılır ve yönlendirilirler. Belirtildiği üzere kitleler bu rejimi, bu sansürü ve bu tekmerkezliliğe eğilimi desteklemeye hazırdır. Alman toplumunda Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg da yazıp faaliyet gösterebiliyordu; ama gazete toplatmak da İngiltere ve Fransa’ya göre çok kolay bir işti. Hür(!) basının nasıl kontrol altında tutulduğuna bir örnek; Der arme Konrad adlı sosyalist parti organı, bir tarihte Sultan Abdülhamid için “bir devlet paraziti nasıl yaşıyor” diye yazınca; Berlin sefirimiz Tevfik Paşa gazeteyi şikayet etti ve anında başbakan Hohenlohe-Schillingfüst’ün emriyle gazete toplattırıldı.(10) Bu gibi tasarrufların dış politikada Wilhelmstrasse’ye kazandırdığı manevra kabiliyetini gözönüne almak lâzım. Bugün diplomasimiz, Almanya’da bu sistemin bir tarihî miras olarak belirgin ölçüde devam ettiğini anlamalıdır.
Diplomasi tarihinde zannediliyor ki; İngiltere, Fransa ve Almanya’da dışişleri aynı prensiple işliyor. Hayır. İlk ikisinde pluralist sistemin elemanları çok eskiden beri rayına oturmuş; ve işleyiş kazanmış: Almanya’da ise demokratik çoğulcu sistemin çıkardığı sesler, anayasal, sistem gereği tolere edilir, ama istenmeyen o günkü politika uyuşmayan sesler ise, hasır altı edilirdi. O anda hükümetin politik manevralarına yararlı ise hoparlörün sesi yükseltilir ve “halkın sesi hakkın sesi” formülü ileri sürülür. Bazı halde bazı seslerin yükseltilmesi ve bazı halde kısılması halen devam eden ve otoriter sistemin mirası olan bir mekanizmadır. Totaliter rejim yıkılabilir, ama otoriter rejim yıkılamaz ancak uzun bir tarih içinde erir.
Osmanlı ülkesindeki Alman demiryolu yatırımları ve teknolojik üstünlük Alman diplomasisinin önemli birer aracıdır. Bu 19. yüzyıl için yenilik ve atılımdır. Almanya bir demiryolu ağı tesis ediyordu.
Bu demiryolu Fransızların yaptığı “Manisa-Kasaba” veya İngilizlerin “Aydın demiryolu” gibi değil; demiryolun etrafında aynı zamanda müthiş bir sosyal tesisler manzumesini bugün bile görüyorsunuz, hastaneleriyle, lojmanlarıyla, demiryoluna bağlanan şoselerle… Bundan başka Çumra’da görüldüğü gibi, sulama kanallarıyla, Çukurova’daki gibi ziraatin ıslâhıyla yeni bir yatırım modeli giriyor. Bu kadar aktif bir yatırım sözkonusu olduğu vakit ister istemez diplomaside yeni vasıtalar gelişmekte; yani her iki tarafında bağlı olduğu ve her iki tarafında yönettiği yeni silahlar sözkonusu oluyor. Wilhelmstrasse Kurt Sanders ve Helfferich’i kullanır. Helfferich ve Sanders ise Wilhelmstrasse ve Osmanlı’yı kullanılır. Bu ikili ilişkiyi bilhassa Bağdat demiryolu konusunda görmekteyiz. Her şeye rağmen şunu belirtelim; gerek Anadolu Demiryolları kumpanyası ve onun genişlemesi olan Bağdat Demiryolu kumpanyası adını alan şirketlerde lisan Fransızca olmuştur ve hâtta Fransız sermayesi dahi hakim olmuş, İngiliz sermayesi de girmiştir. Ve şirketin İsviçreli müdürü Birinci Büyük Harb içinde Liman Von Sanders’in ve İstanbul’daki Alman kurmay heyetinin taleblerini her zaman dinlememektedir. Yani bilhassa harb malzemesi ve asker sevk taleblerini teknik nedenler ileri sürerek veya ödeme yapılmadığı gerekçesiyle “taşıyamam” diyor; ve harb ortasında bile şirket statüsünü koruyor ki bu ilginç bir yapıdır. Bunun için diplomaside bu gibi yeni oluşumları (ki bu çok yenidir) 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı itibariyle gözönünde bulundurmak zorundayız. Bağdat Demiryolu malûmdur ki, tamamlanamayan bir hat olarak kaldı. Bağdat-Basra arasını, birinci harbten sonra İngilizler; Bağdat’tan kuzeye olan kısmı da gene İngiliz manda idaresi tamamlamıştır. Basra’da en uç nokta Hamad’a kadar oluştu.
Padişah imparatorluğunu daha etkin biçimde kontrol etmek istiyor ve öbür yandan Mezopotamya ürünleri demiryoluyla daha süratli ve ucuz olarak merkeze gelecek; Anadolu ve Arabistan İmparatorluk ile bütünleşecekti. İşte bu yatırım, diplomatik amaç ve seçimleri çok etkileyecek başlı başına bağımsız bir olaydır. Mamafih Kayzer, Osmanlı idaresini sadece Basra değil, Kuveyt üzerinde de hakimiyetini pekiştirmesi hususunda kışkırtıyor ve İngiliz müdahalesine karşı sözde garanti ve destek veriyor. Sultan II. Abdülhamid’in nadir aldanmalarından biri bu skandaldır ve İngiltere’nin körfeze yerleşmesini hızlandıracak biçimde sonuçlanmıştır. Temmuz 1897’de ilginç bir çatışma çıktı. Osmanlı’ya tabîb Necid Emiri İbn’ur Raşid, Sabah ailesinden Mübarek’le çatıştı. İngiltere’nin cavebı şuydu: “Her Majesty’s Government. But since it is practically under Turkish influence, it is doubtful, whether we could deny the latter,” deniyor. Bu dönemde Hindistan kral naibi olan Lord Elgin de Osmanlıların Kuveyt’de karantina istasyonu kurmaları, hâtta Britanya’nın hak iddia ettiği yerlerde de aynı şeyi yapmalarına itiraz etmedi. Buna rağmen Britanya Kuveyt üzerinde Osmanlı hakimiyetini veya korunmasını tanımıyor. Fakat Osmanlı idaresini böyle bir hakimiyeti pekiştirmeğe kışkırtan Almanya’nın İbn’ur Raşid’i Şeyh Mübarek es-Sabah’a karşı kışkırtması da gerekli askerî tedbirler alınarak önleniyordu. Sonunda İbn’ur Raşid de 28 Mayıs 1901’de Britanya protektorasını kabul ediyor.(11) Bu skandal Alman güdümünün ve desteğinin pek güvenilmez olduğunu göstermiştir. Pahalı bedel ödeyen II. Abdülhamid Almanya’ya, artık ilerde İttihadçıların safdil tavrının aksine fazla güvenmeyecek, sadece Alman askeri yardımı dış dünyaya karşı adeta bir Karagöz perdesindeki abartılmış ittifak gibi gösterilecektir. (Benim Alman generallerim var. Kayzer dostum var dercesine).
Bu sayede Rusya ile sulh içinde geçinilecek, Avusturya’nın Balkanlar’daki emelleri dizginlenebilecek; İngiliz ve Fransız diplomasisinin saygısızlığı önlemeye çalışılacaktır.
Aslında bu olayda Alman diplomasisi Türkiye’yi belirsiz bir hedef ve yolda kullanmaktan çok, kendi teknik bilgisizliğinin de kurbanı olmuştur. Schoefeld’in araştırmasında da açıkca görülüyor ki, İstanbul’daki İngiliz büyükelçisi Sir Philippe Currie “Türklerin Kuveyt’te hakimiyet hakları olmadığını” kabaca ifade ederken, aynı İngiltere Almanya’ya karşı “Shaikh Mubarek, technically a subject of the Ottoman Sultan, in practice he enjoys a fair degree of independence,” diyebiliyor. Bu İngiliz tarifi de Almanları hareket geçirmeye yetmiş olmalıdır.
Aslında Midhat Paşa Bağdat valiliği (1869-72) sırasında Bağdat’a yalnız Osmanlı’nın renklerini vermekle kalmamıştır. Ama, Paşa aynı zamanda Kuveyt üzerinde hakimiyet tesis etme gayretindedir. Muhtemelen Paşa’nın döneminde Sabah ailesini “Paşa” olarak kaymakam tayin etmesi gibi tasarrufları nedeniyle Londra Berlin’e böyle ikili bir ifadede bulunmuştu. Mithat Paşa etkili bir nazır ve becerikli bir sadrazam değildi, ama gerçekten büyük valiydi; bu iki yanı tarihçilerin ayırması gerekir.
İlişkilerde belirli şahısların hediye ve rüşvet ile satın alınması sözkonusudur. Bunu her iki tarafın da yaptığı anlaşılıyor. Yıldız Sarayı’nın cömert hediyeler, tevcih edilen nişanlar ve rütbelerle bazı misyon şeflerini bilgilenme için kullandığı açıktır. Mesela von der Goltz Paşa’nın bir darbe planlayan mektubu Waldersee’ye yazılmış ve bazı paşaları elde ettiğini söyleyen satırları Abdülhamid II’nin eline nasıl geçmiştir.(12) Von der Goltz II. Abdülhamid’in perde üzerinde dış dünyaya gösterdiği “Bendeki Alman Paşaları”ndan bir tanesidir. Kendisi Türk ordusunda sevilen ve saygı gören bir müşavir Paşa’ydı, Prusya Genelkurmayı ile de arası o derece kötüydü. Tabii Alman askeriydi ve gereken görevleri yaptı: İstihbarat ve Alman silâh sanayi için Türk ordusunu tavsiyeleriyle bir Pazar haline getirmek. Bunda da şaşılacak bir yön yoktu, İki taraf ta karşılıklı istihbaratı açığa vurmadan belirli ölçülerde devam ettirmiş görünüyor. 1912-18 arasında bu süreç Almanya lehine yoğun bir biçimde gelişmiştir.
II. Abdülhamid devrini modernleşme dediğimiz eğitim, altyapının kurulması gibi alanlarla Tanzimat devrinin devamı olduğu; dış politikada çağdaş Türkiye’nin uyguladığı usullerin temelini oluşturduğu, özenli yönetim demokratik idare alanındaki kurumların gelişmesinde öncelikli politikalar uygulanmadığı açıktır.
II. Abdülhamid kişilik olarak IV. Murad’dan ve II. Mahmud’dan beri en güçlü çizgilere sahip hükümdardır. Bu kişilikle II. Abdülhamid’in elli sene önce tahta çıksa İmparatorluğu selamete götürecek bir idareyi kuracağı söylenebilir. Renkli kişiliğiyle İslam aleminde etkili bir halife, Anadolu’nun Arabistan kıtasında tutulan bir padişahıdır. Modernleşme ve Türkleşme alanındaki sessiz sedasız fakat kalıcı rolü, tarih araştırmaları ilerledikçe günden güne anlaşılmaktadır. Ama halen devlet idaresine musallat olan aşırı merkeziyetçilik ve memurun kişiliksiz ve çekingen yapısında da bu devrin etkisi vardır. Tanzimat sonrasının yarattığı kasvetli bürokrat tipi gerilemiştir, ama “hürriyet” vs. sedalarına rağmen ittihatçıların bu tipi diriltemedi, hâtta daha da ezik bir memur tipi doğdu. Tanzimatın büyük adamlarla oluşan kadroları ve böyle bir gelenek maalesef II. Abdülhamid tahta çıktığında artık eriyordu; padişah ise bu geleneği diriltip geliştirme yolunu seçemedi.
İkinci Abdülhamid Osmanlı İmparatorluğu’nun eğitim yoluyla sanayileşmeye gideceğini anlamış görünüyor. Demiryolu politikasının askeri ve asayişe yönelik ihtiyaçlar kadar, ziraat ve hayvancılığın geliştirilmesine yardım edeceğini anladı ve öyle de oldu. Nitekim Anadolu demiryolları bu ihtiyacı karşıladı, gelen göçmenlerle Anadolu gelişmeye başladı. Uzun bir sulhün imparatorluğu kurtaracağına inanıyordu. Anayasa kurumuna şeklen bağlı kaldı; anayasal liberalizm gibi bir düşünce ve politikaya hiç sempati duymadı; hem yatırım hem borç ödeme siyaseti bilinen sıkıntıları yarattı. Hamidiyye dönemi Ortadoğu tarihinin halen çok tartışılan, az incelenen ama en önemli otuz üç yılıdır. Ortadoğu’nun modern tarihi bu dönem anlaşılamadan yazılamaz ve geleceğin inşası için sadece Türkler değil diğer Osmanlı milletlerini de bunu anlaması gerekir.
Prof. Dr. İlber Ortaylı
tarihtarih.com
—
1- “İkinci Abdülhamid Devrinde Taşra Bürokrasisinde Gayrimüslimler” II. Abdülhamid Devri, İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, 1992, s. 163-171.
2- “Osmanlı Musevileri” Tarık Zafer Tunaya Armağan; Barolar Birliği, İstanbul 1992, s. 501515.
3- İ. Ortaylı, “Osmanlı Seçkinleri”, Mülkiyeliler Birliği Bahri Savcı Armağanı.
4- İstanbul Ansiklopedisi. C. 2, s. 1063)
5- Sinan Kuneralp “Bir Osmanlı Diplomatı K. Muzurus Paşa” TTK, Belleten 1970/3, s. 429).
6- Cevdet, Tarih C. 12, Dersaadet, s. 180.
7- Ahmedi, Bakaî gibi inançlar; B. Lewis, The Jews of İslam, Princeton 1984 s. 20, John S. Guest, The Yezidis London 1987, Yezidiler ve Osmanlı İdaresi için BA, IMV Nr 895, 1312/3 Mart 1270 tarihi irade Muş sancağına ihtida eden Yezidîler: BA I Mec. Mah Nr: 895 CA 1277, Yezidiler ve kura’i şeriyye.
8- BA IMV Nr: 11750, Nr: 11749, Nr: 12180, Nr: 6039, 5983, 6086, 5980 F. de Jong “The Sufi orders in nineteenth and twentieth-century Palestine” Studia Islamica 58, Paris 1983, s. 143-181 aynı yazar “Materials relative to the history of Darqamiyya order and its franches” Arabia 22/1979 s. 126-143.
9- T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler III (İttihat ve Terakki) Islahat, 1989, s. 321 vd; Klaus Kreiser, “Derwischscheiche als Publizisten-ein, Blick in die Türkische religiöse Presse zwischen 1980-1925” Zeitschriftder. Deutschen Morgenlaendishen Gesellschaft.
10- Der Arme Konrad, no: 8, 17 Okt. 1896, Hohenlohe raporu Archiv des Auswaertiges Amt, Türkei 159, no: 1, Bk. 4-5.
11- Richard Schofeld, Kuwait and Iraq: Historical Claims and Territorial Disputes, The Royal Institute of International Affaires, London 1991, s. 15-17.
12- İ. Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, ikinci baskı, 1983, sh. 78-79.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder