27 Aralık 2015 Pazar

Mehmed Âkif Ersoy, 28 Aralık 1936

Mehmed Âkif Ersoy’un, 28 Aralık 1936’daki cenâze merâsimine, Ankara’nın emri üzerine, tek bir devlet yetkilisi katılmadı. Buna rağmen binlerce genç, tabutunu omuzlarda taşıdı.
Milletin sahiplendiği cenazeHAZIRLAYAN: KERİME YILDIZ
Türkiye, 28 Birincikânun 1936 târihli Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında yer alan şu haberle İstiklâl Marşı şâirinin vefâtını öğrenir:
“Mehmed Âkif’i kaybettik. Büyük şâir, dün akşam vefât etti.”
Haberin, iç sayfadaki devamı şöyledir:
“Mehmed Âkif’in cenâzesi, bugün Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’ndan kaldırılacak; namazı, öğleyin Beyazıd Câmii’inde kılındıktan sonra Edirnekapı’daki makberesine defnedilecektir.”
Ertesi gün, aynı gazetede, “Mehmed Âkif’in cenâzesi merâsimle kaldırıldı. Gençlik, büyük şâirin tabutunu eller üstünde taşıdı. Her sene Âkif için ihtifâl yapılacak; mezarı gençlik tarafından yaptırılacak.” Haberde, cenâzeye katılan herhangi bir devlet yetkilisinden bahis yoktur
İç sayfada ise hakkında güzel bir yazı kaleme alınır:
“Hayır aziz ölü, hayır! Seni, herkes ve her zaman anacak; adın, târihde olduğu gibi yüreklerde de yaşayacaktır.”
Bir sonraki gün ise Peyâmi Safa’nın Âkif hakkındaki yazısı neşredilir. Bir paragrafı, hayli sitemkârdır:
“Tesâdüfle îzâh olunamayacak kadar muayyen, tek bir sebepden ileri geliyormuş gibi sâbit bir kader, vatan şâirlerimizin hepsini ya sürgünlerde yahud zarûret, hüsran ve muhitin tüyler ürpertici tasasızlığı içinde öldürdü. Mehmet Âkif de bu korkunç ananeden kurtulmuş değildir. Son defa Mısır’dan İstanbul’a geldiği zaman, Fransızların Marseyyez’ini yazan Rouget de Lile’in yüzüncü yıldönümüydü. Sosyalist, komünist, nasyonaist, ruvayalist bütün Fransa onun mezarına diz çöküyordu; bütün Fransa yüz sene sonra Marseyyez şâirini ve bestekârını anarken, Türkiye on sene içinde istiklâl şâirini unutmuştu. Âkıbeti göz önünde olan hastalığında bir Mısırlıdan başka ona tek bir Türk’ün yardım eli uzanmadı; bilakis, bazı gazetelerde, aleyhine yazılar çıktı.”(30 Birincikânun 1936)
milletin-sahiplendigi-cenaze2.jpg
GÖNÜLLÜ(!) SÜRGÜN
Çanakkale’nin, İstiklâl Harbi’nin şâiri ne yapmıştır da bu saygısızlığa lâyık görülmüştür?
İstiklâl Harbi başlayınca, hemen Anadolu’ya geçen; İstiklâl Marşı’nın ilk dörtlüğünü, Tâceddin Dergâhı’nda kaldığı odanın duvarına çakısıyla kazıyan; ilk Meclis’de vekilik yapan Mehmet Âkif, 1923’de tüm muhâlifler gibi Meclis dışında bırakılır. Devlet memurluğuna alınmaz. Emekli maaşı bağlanmaz. Beş çocuğu vardır ve geçim sıkıntısı başlar. Arkasına polis hafiyeleri takılır. “Mürteci Âkif, Arab Âkif” gibi sözlerle ta’ciz edilir.
Mehmed Âkif, bu akıl ve insaf dışı davranışa katlanamaz. Vatan hâini muâmelesi görmek, vatan şâirine ağır gelir. Yakın dostu Abbas Halim Paşa’nın dâveti üzerine Mısır’a gitmeye karar verir. Zâten, bu yıllarda gidip aylarca kaldığı olmuştur. Eşini ve iki oğlunu yanına alır. Kâhire Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, Türkçe dersleri; Abbas Halim Paşa’nın çocuklarına, özel dersler verir. Mısır’ın aydınları ile avunarak ve öğrenci yetiştirerek cennet vatanına olan hasretini dindirmeye çalışır.
Aslında, sıradan bir suç isnâdı ile hapse atmak veya Ali Şükrü Bey misâli ortadan kaldırmak vak’a-i âdiyyeden olduğu hâlde, Âkif’e bu yapılmaz. Çekip gitmesini temin etmek; kaçtığını, vatanını terk ettiğini yaymak rejimin daha işine gelir. Fes giymeyi bırakmak istemediği için kaçıp gittiği dedikoduları yayılır.
GURBETİN AĞIRLIĞI
“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor/Lâkin vatandan ayrılışın ızdırâbı zor” diyor ya Yahya Kemâl. Vatanını bu derece seven insanlar için sağlığında, ondan uzak kalmak nasıl bir ızdırabdır acaba? On yıl bu ızdırâbı çeken Âkif’in, 1935 ilkbaharında sağlığı bozulmaya başlar. Bir sabah eşi İsmet Hanım, “Sarılık olmuşsun.” deyince aynaya bakar ve gözlerinin akının bile sarardığını fark eder. O gün doktora gider. İlaç ve perhiz tavsiye edilir. Bir iki günde zayıflar; sararıp solar. İştahsızlık, ateş, titreme nöbetleri ve ağrılarla seyreden hastalığına, karasu humması ve nihâyet, siroz teşhisi konur. Mısır’ın havası, bu hastalıklara iyi gelmediğinden, tebdil-i hava tavsiye edilir.
Temmuz ayında Beyrut’a gider. Yolculuğuna eşlik eden ve ihtiyaçlarını karşılayan Enbû’ş-Şarkıyye Gazetesi Müdürü Abdülilah Bey, onu başka doktorlara götürür. Siroz ve sıtma teşhisi netleşir. Rakımı yüksek bir yerde istirahat tavsiye edilir. Abülilah Bey, Mehmed Âkif’i, Âliye yakınındaki Sûkü’l-Garb Köyü’ne götürüp bir otele yerleştirir. Fakat, sıtma nöbetleri peşini bırakmaz.
VÎRÂNELERİN YASÇISI OLMAK
Mehmed Âkif’in Lübnan’da olduğunu duyan Antakya eşrâfından Bereketzâde Cemil Bey, Âkif’in talebelerinden Ali İlmî Bey’i Beyrut’a yollayarak Antakya’ya dâvet eder. 9 Ağustos’da Antakya’ya gider. Cemil Bey’in Âsi Nehri’ne bakan konağında üç hafta kalır ve nispeten rahat eder. Fakat, hiçbir serinliğin, bayrağının gölgesi kadar rahatlatması mümkün değildir. Hele de kışlada Fransız bayrağı dalgalanırken… Bir gün Antakya için bir şiir lütfetmesi istenir. Antakya da kendisi gibi anavatandan uzaktır. Dudaklarından, şu mısralar dökülür:
Vîrânelerin yasçısı
            baykuşlara döndüm
Gördüm de hazânındabu
              cennet gibi yurdu
Gül devrini bilseydim onun
              bülbül olurdum
Yâ Rab beni evvel getireydin ne olurdu
Antakya’da üç hafta kalır. Dönüşünde hastalığı tekrar ağırlaşır. Kendi ifâdesiyle sehiv secdesi yapmadan namaz kılamaz olur. Zihni, her dâim memleket ile meşgûldür.

CENÂZEYİ, MİLLET KALDIRIYOR
Sağlığında, Pergamberimizin (SAV) vefât ettiği yaşta vefât edeceği için mesut olduğunu ifâde eden Mehmed Âkif Ersoy, 27 Aralık 1936’da, 63 yaşında, gözlerini kapatır. Cenâzenin Bayezıd Câmii’nden kalkacağını duyanlar, oraya gittiklerinde herhangi bir merâsim ile değil, sanki terkedilmiş, üzeri örtüsüz bir tabut ile karşılaşırlar. Haberi duyan gençler akın akın câmiye gelirler. Tabutu görenler hüngür ağlarlar; hattâ tabuta sarılanlar olur. Etrafa dağılarak buldukları bayraklar ile dönerler. Ka’besi belli, bayrağı belli şâirin tabutunu, Ka’be örtüsü ve bayraklarla donatırlar.
En tepeden verilen emir gereği, tek bir devlet yetkilisi cenâzeye katılmaz. İyi ki de katılmazlar. Aslında bu saygısızlık, Mehmet Âkif’in ruhunu şâd edecek bir hâldir. Onun, böyle yapmacık gösterilerden hoşlanmadığını herkes bilir. Namazdan sonra on binlerce gencin omuzlarında Edirnekapı Kabristanı’na götürülür. Kalabalığın önünde Edebiyat Fakültesi’nin çelengini taşıyan gençler yürümektedirler. Definden önce hep bir ağızdan İstiklâl Marşı okunur. Milletin şâiri, Kuran-ı Kerim okunarak defnedilir.
Birkaç gün sonra, cenâzeye katılan gençler, Mustafa Kemal tarafından azarlanır. Bu cenâze merasimi, devlete başkaldırı gibi telakki edilir.
1938’in sonuna kadar, Mehmet Akif Ersoy’un arkasından herhangi bir ihtifal merâsimi yapılmaz. Bu târihten sonra, kabri, üniversite gençliği tarafından yaptırılır.
Gençliğin, Mehmed Âkif’in cenâzeşine sâhip çıkmasını, “bir protesto çeşidi olarak Cumhuriyet târihinde bir ilk” olarak değerlendirenler var. Oysa, bu cenâze merâsiminden üç yıl önce, yine Edebiyat Fakültesi gençliği, unutturulmak istenen bir başka millî meseleye daha sâhiplenmiş ve devletin tehdidine rağmen, Çanakkale ihtifâli başlatmıştır.
Bugün, Çanakkale’nin ve İstiklâl Harbi’nin şâirinin vefâtının 79. yıldönümü. Ankara’daki gönül dostları, saat 10.30’da, Tâceddin Dergâhı’nda olacak. Resmî bir merâsim değil. TYB’nin ananevî ihtifâli.
milletin-sahiplendigi-cenaze3.jpg
VATANA DÖNÜŞ
Birgün sokakta, Hüseyin Suad ile karşılaşır. Mısır’ın iklimine yabancılığından bahsedince, Hüseyin Suad, “Niçin İstanbul’a kalkıp gelmiyorsun?” diye sorar. İstanbul onun vatanıdır. Birdenbire içinde dayanılmaz bir İstanbul’a dönme isteği belirir. Vatan şâirini, eskilerin deyimiyle toprak çekmiştir.
1936 yazında, ağır hasta olarak İstanbul’a döner. Vapur Çanakkale’den geçtiğinde ve İstanbul câmileri göründüğünde ağlar. İstanbul’daki hayatı hastane, Abbas Halim Paşa’nın Beyoğlu’ndaki apartman dâiresi ve Paşa’nın Alemdağı’ndaki çiftliği arasında geçer. Hizmetine, bir Rus hemşire ta’yin edilir. Hastane tedâvisi sırasında bile tahkir edilir. Âilesine ve ziyâretçilerine münâsebetsiz davranışlarda bulunanlar olur. Herşeye rağmen, hastanede İstiklâl Marşı şâirini hatırlayan doktorlar, yalnız bırakmayan yazarlar, gençler vardır.

Alıntı : 27.12.2015 www.gazetevahdet.com
 İSTİKLAL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
''Medeniyet!'' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ''toprak!'' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar -- ki şehadetleri dinin temeli --
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -- varsa -- taşım;
Her cerihamda, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.

Mehmet Akif ERSOY

Beste : Osman Zeki Üngör

Mehmet Akif Ersoy'a ait olan bu şiir 12 Mart 1921 tarihinde TBMM tarafından ulusal marş olarak kabul edildi. 
1930 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör'ün bestesi ile çalınmaya başlandı.
 
İstiklal marşımızın yazılma amacı nedir
İstiklâl mücâdelesinin en çetin bir safhasında milletin duygularını belirtecek, İnsanları heyecanlandıracak, gönülleri coşturacak; gözlerde damla damla yaşlar sıralayacak bir manevi atmosferin oluşturulması, insanımızı “vatan, millet, bayrak, sancak istiklâl sevdası” gibi kutlu bir amaçta birleştirip, yüce bir potanın içerisinde tek yürek, tek beden olmuşçasına dirilten millî bir inkılâba ihtiyaç vardı.
Bu nedenle, “İstiklâl Marşı”nın yazılması istenmiş ve böylece, Maarif Vekâleti tarafından bir müsabaka açılmış ve müsabakada birinciliği kazanacak zâta 500 lira nakdî mükâfat verileceği ilân edilmişti.
Yurdun her tarafından 500’den fazla şâir müsabakaya girmişti. Fakat yazılan marşlar, milletin hissiyatına tercüman olacak bir durumda değildi.
Mehmet Âkit, marşın mükâfatlı olmasından dolayı müsabakaya katılmamıştı. Zamanın Maarif Vekili Hamdullah Suphi böyle bir marşın ancak, Safahat nâzımı şâir Mehmed Akif tarafından yazılabileceğine inanmış ve 5 Şubat 1337, Milâdî 1921 tarihinde şu mektubu kendisine yazmıştır.
“Pek aziz ve muhterem efendim,
İstiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamaklarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır Zât-i üstadânelerinin matlûb şi’iri vücûda getirmeleri maksadın husûli için son çâre olarak kalmıştır. Asl endîşenizin icâbettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehiç vâsıtalarından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbeti arz ve tekrar eylerim.”
Bu mektubun yazılmasından bir ay bile geçmeden milletin istediği İstiklâl Marşı yazılmış ve kahraman orduya ithaf olunmuştu.
Marş, Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve arkadaşları tarafından beğenilmişti. Yalnız bu marşın üstada-ı rencide etmeden Büyük Millet Meclisi’nden nasıl geçirileceği üzerinde düşünülmüştü. Bu sıralarda Maarif Vekâletince seçilen yedi marş da Büyük Millet Meclisi’ne getirilmişti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart 1337 (1921) tarihindeki toplantısında kararı, Karesi Meb’usu Basri Çantay, Meclise gelen marşlardan birinin okunması için bir takrir vermişti. Bu takrir Meclis üyelerinin re’yine sunulmuş ve tasvîb olunmuştur.
Marşlardan birinin okunması için Meclis Reisi tarafından, Hamdullah Suphi Bey kürsüye davet edilmiş ve ezcümle şöyle konuşmuştur:
-Arkadaşlar, hatırlarsanız, Maarif Vekâleti son mücâdelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şâirlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi, burada yedi tanesi en fazla vasfı hâiz olarak görülmüş ve seçilmiştir.
Hamdullah Suphi, Mehmed Âkif’ten bir marş yazmasını rica ettiğini, marşın yazıldığını, beğenildiğini söylemiş ve intihabının Meclis’e ait olduğunu da sözlerine ilâve etmiştir.
Hamdullah Suphi, gür sesiyle Meclis’in kürsüsünde İstiklâl Marşı’nı okumuştur.
“Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır, Hakka tapan milletimin İSTİKLÂL”
mısraları ile bu marş, Meclis üyelerinin şiddetli ve heyecanlı tezahüratına vesile olmuş, salon alkış sesleriyle dolmuştur.
Kastamonu meb’usu Dr. Suad Beyin 12. Mart. 1337 (1921) tarihinde Büyük Millet Meclisi Riyasetine vermiş olduğu takrirde:
Riyâset-i Celîleye :
Müzâkere kifayetini ve Mehmed Akif Beyin İstiklâl Marşı’nın kabulünü teklif ederim.
Bundan başka Bolu meb’usu Tunalı Hilmi de takrir vermiş ise de reddedilmiş ve gene aynı tarihte Karâsi meb’usu Hasan Basri tarafından Riyâset-i Celîleye verilen takrirde:
Riyâset-i Celîleye :
“Bütün meclisin ve halkın takdîrâtını celbeden Mehmed Âkif Beyefendinin şiirinin tercîhan kabulünü teklif ederim.
Takrir Meclis Reisi tarafından oya sunulmuş ve kabul edilmiştir.
Böylece Mehmed Âkif tarafından yazılan marş İstiklâl Marşı olarak ekseriyetle kabul edilmiştir.
Kırşehir Meb’usu Müfid Efendi, bu marşın, Hamdullah Suphi Bey tarafından Kürsüde tekrar okunmasını Konya Mebusu Refik Koraltan da Milletin ruhuna tercüman olan işbu İstiklâl Marşının ayakta dinlenmesini teklif etmiştir.
Bunun üzerine 12 Mart 1337 (1921) ‘de kabul edilen ve kanuniyet kesbeden İstiklâl Marşı tekrar Hamdullah Suphi tarafından okunmuş ve marş ayakta dinlenmiştir.
“Doğacaktır sana vâdettiği günler Hakkın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
İşte bu ruh ve îmân ile Türk Ordusu Sakarya boylarında, İzmir yollarında Allah’ın lütuf ve insaniyle şecaat ve kahramanlıklarını göstermiş ve nihayet 9 Eylü 1922 tarihinde Hakk’ın vaat ettiği o parlak güneş, İzmir ufuklarında doğmuş, Müslüman Türkün saffet ve kudreti karşısında düşman büyük bir hezimete uğramış ve denize dökülmüştür.
Aziz ve mübarek vatanımızın her karış toprağı şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış, zaferin şahikasına ulaşmıştır. Nitekim İstiklâl Marşında:
“Korkma ! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,
O, benimdir; o, benim milletimindir ancak!” mısraları ne derin bir mânâ taşımaktadır.
İzmir’in meşhur Kadife Kalesi’nde büyük Şanlı Türk bayrağı dalgalanmağa ve şiddetli alkışlar arasında yurdun her tarafında zafer şenlikleri yapılmağa başlanmıştı.
Mehmed Âkif’e niçin istiklâl Marşı’nı Safahâtı’na koymadığı sorulduğunda o büyük insan:
“O benim değildir. Ancak milletimindir.” diye cevapta bulunmuştu. Aynı zamanda müsabaka için ayrılan (500) TL. o zaman fakir çocuk ve kadınlara örgü öğretmek, bir geçim sağlamak emeliyle teşekkül etmek üzere bulunan Darü’l Nisaiyye’ye teberru etmiştir.
Yakın arkadaşlarından, Ankara Baytar Müdürü’nün anlattığı palto hikâyesine göre. Millî Mücâdele sırasında. Ankara Baytar Müdürlüğünde bulunmuş olan bir zât. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi konferans salonundaki bir konuşmasında şöyle demişti:
Mehmed Âkif’in giyecek bir paltosu yoktu. Tâceddin Dergâhi’ndan Büyük Millet Meclisi’ne kadar paltosuz olarak yaya giderdi. O zamanlar Ankara’nın soğuğu çok şiddetli idi. Ben daireme gelir, paltomu Mehmed Âkif’e gönderirdim. O da giyer Meclise giderdi, İstiklâl Marşı için verilen parayı geri vermesinden dolayı kendisine, Mehmed Âkif üzerinde bir palton yok, verilen parayı da almazsın, dedim. Bunun üzerine, bana darıldı, paltomu da kabul etmedi. O soğuklarda paltosuz olarak Büyük Millet Meclisine gitti, geldi.
Mehmed Akif’in buna benzer şahsına has daha birçok meziyetleri vardır. Dürüsttür, hattâ Harb-i Umûmî içinde kardeşinin evinde çayı şekerle içtiklerini görünce, milletin yemediğini siz nasıl yiyorsunuz, demiş ve bir müddet kardeşinin evine bile gitmemiştir.
Mehmed Âkif’in rahatsız bulunduğu Alemdağı’nda son günlerde içlerinde Târık Us’un da bulunduğu bir grup üstadın ziyaretine gitmişler, Mehmed Âkif bitkin bir hâlde yatağında yatıyordu. Konuşma esnasında söz İstiklâl Marşı’na intikâl ettirilmiş, gelen ziyaretçilerden biri:
— Acaba İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? demiş, bu söz üzerine yatağında bitkin bir hâlde yatmakta olan Akif; birdenbire başını kaldırmış ve ona:
— Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!
Evet:
— Allah bir daha bu memleketin, bu milletin istiklâlini tehlikeye düşürmesin! Bir daha onu istiklâl Marşı yazmaya mecbur etmesin, sözüyle ziyaretçileri susturmuş, o büyük insanın ne demek istediği herkes tarafından anlaşılmıştı.
Büyük insan Mehmed Akif Ersoy, mezarına milleti için yazmış olduğu istiklâl Marşı’yla konulmuştur. Tarihte kendi eseriyle gömülen ilk bahtiyar ölülerden biri de şüphesiz Mehmed Âkif Ersoy olmuştur.
Cenâb-ı Hak rahmet etsin, ruhu şad olsun.
*Veli Ertan, Milli Kültür Dergisi, Aralık 1979
İSTİKLAL MARŞININ AÇIKLAMASI
Millî ve manevî değerleri coşkunlukla işleyen edebî eserler, o milleti manen kuvvetli kılar. Savaş sırasında cephedeki askere cesaret ve kuvvet, geride kalana sabır ve metanet verecek şiirlere, hikâyelere, destanlara, türkülere ihtiyaç vardır. Böyle buhranlı devrelerde, milletin şâirlerden, yazarlardan beklediği manevî destek budur.
İşte Âkif, Türk milletine, cesaret, metanet, sabır aşılamak, daha doğrusu onda mevcut bulunan bu duyguları harekete getirmek üzere kaleme aldığı şiirine “korkma” sözüyle başlıyor. “Al sancak” yâni bayrak, bir milletin istiklâlinin sembolüdür. O elden ele dolaşan bir meş’ale gibi nesilden nesile sönmeden, yere düşürülmeden devredilecektir.
Bayrağın sönmesi, Türk milletinin istiklâlini kaybetmesi, “yurdun üstünde tüten en son ocağın sönmesi” ise, son Türk erkeğinin ölümü demektir. O hâlde, son Türk erkeği, son nefesini vermeden, Türk istiklâlini yok etmek, Türk bayrağını söndürmek mümkün değildir. Zîra bayrağımız, milletimizin yıldızıdır. Bayrağın kaderi ile milletin kaderi birbirine bağlıdır. Bayrak bizimdir. Bize, milletimize aittir. Biz yaşadıkça onu kimse elimizden alamaz. Bu kıtada anlatılanları bir cümle ile ifâde etmek istersek; Türk milletinin bütün fertlerini öldürmedikçe, istiklâlini kimse yok edemez.
Şâir ikinci kıtada; bayrağımızın o zamanki kırgın, küskün, öfkeli hâlini dile getiriyor. Türk vatanının bâzı kısımları istilâ edilmiştir. Bu yüzden bazı bayraklarımız indirilmiş, yerlerine düşman bayrakları asılmıştır. Kaş çatmak, öfke hâlini ifâde eder. Kaş bizim edebiyatımızda hilâle benzetilir. Sevgilinin kaşları dâima hilâl şeklinde gösterilmiştir. Sevgili de nazlı bir güzeldir. Aşıkına eziyet etmekten, onu üzmekten zevk duyar. Bayraktaki hilâl de, tıpkı nazlı bir sevgilinin kaşı gibi çatılmıştır. Kahraman Türk ırkını üzmektedir. Türkün beklediği, özlediği ise, gülen bir yüzdeki kaşlar gibi, hilâlin açılmasıdır. Türk milleti, bayrağımızı yine göklerde dalgalanır hâlde görmeyi arzu etmektedir. Bir aşıkın sevgilisinden güler yüz beklemesi gibi, istiklâle âşık Türk milleti de istiklâlin sembolü olan bayraktan, yüzünün gülmesini, hilâl şeklindeki kaşının açılmasını beklemektedir. Bu ise milletimizin en tabiî hakkıdır. Çünkü, Türkler, istiklâlleri, bayrakları uğruna pek çok kan dökmüştür. Bu kanları bayrağa helâl etmesi için, onun da artık nazlanmayı bırakıp, göklerde dalgalanması lâzımdır. Bu kıtada, Mehmet Âkif, üstü kapalı olarak Allah’a hitap etmekte, Türk milletine bu dayanılmaz hâli, düşman istilâsını reva gördüğü için, Allah’a serzenişte bulunmaktadır. Zîra Müslüman Türk milleti, asırlarca îlâ-yı kelimetullah (Allah kelâmını, Kur’anı yüceltmek) İslâm dînini ve adaletini dünyaya yaymak için savaşmıştır (gaza etmiştir). Bu uğurda pek çok şehit vermiştir. Böyle bir milletin düşman istilâsına uğraması haksızlıktır. Bu durum ancak günahkârlara reva görülebilir bir cezadır. Türk Milleti dâima Hakk’a (Allah’a) inandığı, taptığı, onun yolundan ayrılmadığı için bu cezayı hak etmemiştir. Onun hakkı istiklâldir.
Üçüncü kıt’ada şâir “ben” diyor. Ancak kastettiği mânâ aslında “biz”dir. Türk milleti adına konuşmaktadır. Türk milleti ezelden beri hür yaşamıştır, dâima da hür yaşayacaktır. Ona esaret zinciri vurmaya kalkışmak çılgınlıktır. Zîra böyle bir harekete yeltenenler ağır şekilde cezalandırılır. Türk milleti, hürriyeti ve istiklâli uğrunda, önüne çıkacak her engeli aşacak kudrettedir. O böyle yüce bir gaye için, dağları yırtmak, engin denizleri taşırmak,bendleri aşmak gibi olağanüstü hareketleri başarabilecek güçtedir. Ergenekon Efsânesi, Türk’ün bu üstün vasfını ifâde etmektedir.
Dördüncü kıt’ada, şâir, vatanımızı istilâya yeltenen Avrupalılara meydan okuyor. Yirminci asrın başında Avrupa medeniyeti artık can çekişmektedir. Ondokuzuncu asırdaki üstünlüğünü kaybetmiş durumdadır. Bu yüzden tek dişi kalmış bir canavardır. Ancak Avrupa bu zayıflamış durumunu hazmedemediğinden, mevcut teknik imkânlarını seferber ederek, topuyla, tüfeğiyle bizi yok etmek gayretindedir. Avrupa medeni imkânlarını, Türklüğü dünya haritasından silmek için, bir vasıta olarak kullanmaktadır Mehmetçiğin süngüsüne topla, tüfekle cevap vermektedir. Avrupalı kendini çelik zırhlarla korurken Mehmetçik, onun modern silâhlarına îman dolu göğsüyle karşı durmaktadır. Bu silâhlarıyla, Avrupalı, kudurmuş bir canavar gibi uluyarak, kahraman Türk ordusunu sindirmeğe çalışmaktadır. Şâir, askerlerimize, bu artık eski gücünü kaybetmiş, zâlim, Müslüman Türk düşmanı, haçlı ordularından korkmamalarını, îman dolu bir göğsün, en modern silâhlara karşı koyabileceğini haykırıyor. Neticede Mehmet Âkif, haklı çıkmış, Avrupa medeniyeti îmanlı Türk askeri karşısında gerilemeğe mecbur edilmiş, bir kısmı Akdeniz’e dökülürken, bir kısmı da bayrağımızı selâmlayarak, memleketimizi terk etmiştir.
Beşinci kıt’ada, şâir yine kahraman Türk askerine hitâp ediyor Türk yurduna alçakları (düşmanları) uğratmaması için gerekirse canını feda etmesini tavsiye ediyor. Şehit gövdelerinin meydana getireceği siperler, düşmana mâni olacaktır. Bu kıt’ada “uğratmak” sözü de tesadüfen kullanılmış değildir. Şâir bu sözü, “Düşman yurdumuza girmesin”, “Onu yurda sokma” mânâsına kullanmamıştır. “Uğramak” bir yerde çok kısa bir süre için bulunmaktır. Mehmet Âkif, düşmanın çok kısa bir süre için de olsa, yurdumuzda bulunmasına müsamaha edilmemesini Türk askerinden islemektedir. Şâir, bu hayâsızca akının uzun sürmeyeceğine, Allah’ın Türk milletine (Kur’ânda) vaat ettiği zafer gününün yarından bile daha yakın bir zamanda doğacağına inanmaktadır. Bu îmanını, orduya da aşılamak arzusundadır.
Altıncı kıt’ada da şâir, Türk ordusuna vatanın kutsiyetini hatırlatıyor. Toprak ile vatan arasında büyük fark vardır. Toprağı vatan hâline getiren onu elde etmek ve korumak için şehit olan atalarımızın, o topraktaki mezarlarıdır. Kısacası alelâde toprak büyük bir değer taşımaz. Ama vatan toprağı, uğrunda şehit olan atalarımızın kanıyla sulanmış olduğu, şehit mezarlarıyla dolu bulunduğu için mukaddestir.
Bu vatanı dünyalara değişmeyiz. Toprak dünyanın her yerinde vardır. Ancak şehit atalarımızın mezarları sâdece bu vatanın üzerinde mevcuttur. Bu yüzden vatanımızı korumak için seve seve canımızı veririz. Yedinci kıt’ada da, aynı duygu ve düşünceler işleniyor. Bu vatan cennet kadar kıymetlidir. Şehit olanın ruhu, dini inançlarımıza göre doğrudan doğruya cennete gider. Şehitlerimiz, bu vatan topraklarında yattığı için, vatanımız da cennetten farksızdır. Bu vatan topraklarının her tarafı şehit mezarlarıyla baştan başa doludur. O kadar ki, toprağı sıksak şehitler fışkıracak sanırız. Bu yüzden de, bu vatan bizim en mukaddes, en sevgili varlığımızdır. Canımızı, canımızdan çok sevdiğimiz insanları, varımızı yoğumuzu Allah’a seve seve veririz. Esasen her şeyi bize veren Allah’tır. İstediği zaman da elimizden alır. Onun emrine karşı gelmek, isyan etmek aklımızdan geçmez. Fakat Allah’tan bir tek dileğimiz vardır: O da bizi yaşadığımız sürece vatanımızdan ayrı düşürmemesidir.
Şâir, sekizinci kıt’ada Allah’a hitâp ediyor. Şâirin Allah’tan yegâne dileği, mabedinin göğsüne yabancı (düşman) eli değmemesidir. Camilerimiz ve mukaddes saydığımız bütün varlıklarımıza düşman eli değmemelidir. Bu ezanlar ebediyen, Türk yurdunun üstünde inlemelidir. Ezan sesi hiçbir zaman susmamalıdır. İslâmiyetin beş şartından biri de kelime-i şahadet getirmek, yani “eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü” demektir. Günde beş vakit okunan ezan’ın mâna ve muhtevası içerisinde kelime-i şahadet de vardır. Bir insanın Müslüman olması için kelime-i şahadet getirmesi şarttır. Ezan ve kelime-l şahadet olmayınca, İslâmiyet de olmaz.
Dokuzuncu kıt’ada, ezan sesleri, yurdumuzun üstünde inlediği müddetçe şehitlerimizin de ruhlarının şâd olacağına işaret ediliyor. Ezan sesi, sadece yaşayanlara değil, ölülere, hattâ onların mezar taşlarına bile tesir eden yüce bir mânâ taşır. Şehit atalarımızın maddeden tecerrüd etmiş (sıyrılmış) ruhları yerden fışkırarak ezan sesiyle ayağa kalkacak ve arşa yükselecektir.
Son kıt’ada şâir, zafer gününün heyecanını yaşıyor. Şanlı bayrağımız dalgalanmakta, şafağın kırmızılığıyla adetâ yarış edercesine, gök yüzünü Kızıl renge boyamaktadır. Türk ırkı, yeniden hürriyetine ve istiklâline kavuşmuştur. Artık onun için yıkılmak, yok olmak düşünülemez. Bayrağımız göklerde dalgalanmaya başladığı için, şehitlerimizin kanlarını helâl edebiliriz. Zira, hedefe ulaşılmış, yüce gaye gerçekleşmiştir. Kısacası zafer kazanılmıştır. Esasen bu Allah’a tapan ve doğruluktan ayrılmayan büyük Türk milletinin en tabiî hakkıdır.
Böylece Şâir, şiir boyunca vatanımızın kutsiyetini, istiklâlin mânâ ve ehemmiyetini bu uğurda canım vermenin her Türk askeri için, bir borç olduğunu ifâde etmiştir. Son kıt’ada da kahraman Türk ordusuna çok yakında gerçekleşeceğini ümit ettiği, büyük zaferin heyecanını yaşatmak suretiyle, onun manevî gücünü son noktasına ulaştırmayı.
İstiklal marşı, İstiklal marşımızın yazılma amacı nedir, İstiklal marşının yazılma amacı nedir, İstiklal marşı neden yazılmıştır, İstiklal marşının yazılmasının nedenleri, İstiklal marşı niçin yazılmıştır,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder