17 Ocak 2016 Pazar

Deniz hikayesi

Gözlerimi açtığımda ilk aklıma gelen, teknenin dümenini hızla gelen dalganın üzerine kırmam gerektiğiydi. Ay ışığının altında yağan sağanak yağmurdan sırılsıklam halde son anda fark etmiştim o siyah devi. Ulaşmam gereken tekneye çok az kaldığını, seyir fenerlerini seçmeye başladığımı ve rüzgarın giderek arttığını anımsıyorum.
Sonrasını ise hiç hatırlamıyordum. O gece, fırtınanın içerisinde bir başıma kaldığım o kara gecede, son duyduklarım telsizden gelen fransızca yardım çağrılarıydı. Ben yarım saat önce marinada teknemde yatmaya hazırlanırken uyuyana dek açık olan telsizimden ilk “mayday” çağrısını duymuş ve hızla fırtınanın içine, söylenen koordinatlara doğru fırtına flokumu açarak, motor yelken yol almaya başlamıştım. Denizde ölüm ile yaşam arasında gidip gelmeye başlayan denizcilere yardım etmek için fazla zamanım yoktu, biliyordum. O dalga geldiğinde geç fark etmiş, dümeni son bir gayretle iskele alabanda yapmıştım. Sonrası tam bir boşluk…
Gözlerimi ovuşturdum dakikalarca. Bulanık görmeye devam ediyordum. Birden dikey durumda, sanki ayakta duruyormuşum gibi dikildiğimi fark ettim. Ama ayaklarım yere basmıyordu. Ayakta durmuyordum. Metal bir kalıbın içinde her yerimden kuşaklarla bağlı şekilde kımıldayamayacak kadar sıkı sabitlenmiş halde buldum kendimi. İlk aklıma gelen bitkisel hayata girmiş olmak ya da felç geçirmek idi. Kıpırdayamıyor, konuşamıyordum. Yapayalnız bir odada bir bitki gibi sessiz ve hareketsizce duruyordum. Çok üşüdüğümü ve soğuktan kaskatı kesildiğimi hissettim aniden. Kafamı kaldırıp odaya baktım. Duvarlar siyahtı. O gece gibi belli belirsiz bir ışık tepeden salınarak odadaki zifiri kırıyordu az da olsa. Kafamın üzerindeki metal tencere kapağı gibi başlığın üzerinde yanımda duran makineye bağlı onlarca kablo gördüm irkilerek. Odada başkaca ne bir eşya ne de biri vardı. Yalnız, loş ve soğuk bir yerde, ne olduğunu anlamadığım bir makineye bağlı, kıpırdayamadan duruyordum sessizce. Fırtına bitmiş miydi? O Fransız denizcilere ne olmuştu? Teknem neredeydi? Neler oluyordu…
Burası bir hastaneye benzemiyordu. Hem beni tedavi ediyorlarsa neden dik ve bağlı vaziyete duruyordum. Bu yoksa bir kabus muydu? Ölmüş müydüm? Neredeydim ben ? Bunları düşünürken kendimden geçip bayılmışım…


Göz kapaklarımı yeniden araladığımda başımda duran iki kişi ;
“ Bu ana tanık olmak inanılır gibi değil”, “ Nihayet başardık” gibi bir şeyler mırıldanıyorlardı. Sanki hayranlıkla sanki minnetle sanki gururla bakıyorlardı gözlerimin içine. Bunlar da kimdi ? Beni nereden tanıyorlardı? İçlerinden biri “ Her şeyi anlatacağız merak etmeyin, sadece yavaş ve sakince olanları aktarmamız gerekiyor size, şok ya da benzeri bir depresyon haline karşı birazdan sizi başka bir yere alacağız, konsey bugüne hazırlandı, merak etmeyin. Siz ilksiniz, ilk…gerçekten inanılmaz bir an bu… sonunda başardık işte… başardık…” dedi ve sonra odadan hızla çıkıp gittiler.
Bu kez yatay ve büyükçe bir su yatağının üzerindeydim. Solumda perdeleri kapalı bir pencere, sağımda ise duvarda bir tablo ve takvim vardı sadece. Ama yine bağlı ve sabit bir haldeydim. Meraklar ve endişeler içinde çaresizce düşünürken gözüm birden takvime takıldı. 14.Ağustos.2410. Daha neler dedim kendi kendime. Ağustos tamam, kaçak fırtınasına yakalandık hatırlıyorum, fırtınada batma tehlikesi geçiren ve telsizden acil yardım çağrısı yapan, seslerinden yaşlı olduklarını düşündüğüm iki Fransız yelkenciyi, teknelerinde hayat mücadelesi veren karı koca denizci iki insanı kurtarmak için hiç düşünmeden, tereddüt etmeden dalmıştım o deli fırtınanın içine gecenin kör karanlığında...
İyi ama 2010 nasıl 2410 olabilirdi ki ? 400 yıl bitkisel hayatta kalıp, yeniden gözlerini açmak ömrü 100 seneyi bile bulmayan ölümlü bir fani için olasımıydı ?!
Bir süre sonra kapı açıldı ve içeri giren 3-4 kişi beni bağlarımdan çözüp bir tekerlekli sandalyeye oturttular. İçlerinden en yaşlı ve beyaz saçlı, mavi gözlü olanı yavaşça eğilip gözleri gözlerimin hizasına gelince durdu.


 Uzun uzun yüzüme bakıp “Hazır olmanız gereken bir yüzleşme sizi bekliyor, bunun için kısa birkaç şey söylemek istiyorum” dedi. “Dinliyorum” dedim yavaşça.
“Bakın, şu anda 2410 yılındayız, bulunduğunuz yer Dünya değil, ve siz ilksiniz” Donuk bir suratla yüzüne bakakaldım bu adamın. Neyin ilkiydim ben? Kimdi bu adamlar, bulunduğum yer dünya değilse ben neredeydim ?
Konsey dedikleri beş kişiden ibaret bir ekipti. Büyük ve loş bir odaya getirip kocaman oval masanın başına oturttular beni. Sonra odadan çıkıp kapıyı kapattılar. Konseyle baş başa kalmıştık. Beşinin de önünde üzerimde ismimin yazılı olduğu dosyalar açık vaziyette duruyordu. Hepsi bana sanki uzaylıymışım gibi bakıyor, ama garip bir şekilde yüzlerinde minnet ve sevinç çizgileri oluşuyordu gülümserlerken suratıma. Daha fazla dayanamayıp sordum ;
- Neredeyim, neler oluyor ?
- Cevat bey, dosyanızdan öğrendiğimize göre bir fırtınada tekneniz batmış. Tüm gece sizden haber alınamamış. Siz sabaha karşı sahile vurmuşsunuz. Nabzınız atıyor fakat beyin ölümünüz gerçekleşmek üzere bir halde bulmuşlar sizi. Uzunca bir zaman, hastanede yoğun bakımda kalmışsınız. Yapılan incelemelerden sonra hayatta olan ne bir akrabanız ne de yakınınıza ulaşılmış, kayıtlara kimsesiz olarak geçmişsiniz.
- Doğru, ben teknesinde yalnız yaşayan bir adamdım.
- İşte biz tam da bu noktadan sonra size ulaşıyoruz. O hastanede çalışan bir doktor üyemiz kan, kas ve organlarınızın genel durumunun raporlarını gördükten ve kimsesiz olduğunuza emin olduktan sonra bizimle temasa geçti. Biz de yasal prosedürü tamamlayıp size operasyonu gerçekleştirdik.
- Ne operasyonu ?
- Bitkisel hayatta iken vücut ısısını yarıya düşürme prosesi.
- Nasıl yani? 18 dereceye mi düşürdünüz bedenimin ısısını ?
- Evet. Bir de tabii rüya programı yüklendi size hizmet veren serverlara. Bu uzun yıllar boyunca rüyalarla oyalandı zihniniz.
- Peki neredeyim? Hangi yıldayız ?
- Dünyada yaşam ne yazık ki 100 yıl kadar önce sona erdi. Artık biz oraya gri ölü gezegen diyoruz. Hayat şartları yok oldu…
Donuk gözlerle karşımdaki insanların söylediklerini aklımdan bir kez daha tekrarlıyor, bu ciddi ve sakin insanların suratlarına bakıp, duyduklarıma inanmak için zorluyordum ki kendimi birden içeri bir kadın girdi. Bu noktadan sonra hastanın yani benim kendi sorumluluğunda olduğunu ve hikayenin geri kalanını kendisinin anlatacağını söyleyip beni başka bir odaya alıp götürdü ve yanıma oturdu. O bana bakıyordu ama benim gözüm o an karşı duvardaki ufak pencereden gördüğüm görüntüye takıldı. Bu manzara beni pencereye kadar çekti. Pencerenin yanına gittiğimde dehşetlere düşerek gördüm ki yeşil bir gökyüzü ve koyu kırmızı neredeyse bordoya kaçan bir dev güneş tepede duruyor, simsiyah taşlar ve kayalardan oluşan etraf ıssız bir çöle benziyordu. Karanlık ve loş bir ıssızlık, yerden rüzgarların kaldırdığı toz bulutları ve esen havanın sert ıslıkları arasında uçsuz bucaksız ötelere uzanıyordu.

 Yanımdaki kadın birden konuşmaya başladı sonra;
“Dünya güneşinden 4 milyar yıl daha yaşlı yeni güneşimiz. Ve maalesef yavaşça ölüyor. Bu yüzden rengi koyu kırmızı. Ama yine de bir sürelik daha yıllık ömrü var. Eski güneşimizden 25 kat büyük ve daha yakın olması sayesinde ısı ve ışık alabiliyoruz. Ama insanoğlu için bu gezegen de kalıcı olamayacak. Artık insan türü bir nevi uzay göçebesi oldu. Buradan da zamanı gelince torunlarımızın gitmesi gerekecek.” dedi ve derin bir iç çekerek devam etti.
“ Cevat bey, şimdi beni sakin ve dikkatlice dinleyin lütfen. Size program gereği anlatılması gereken bazı şeyler anlatacağım, sanırım bunlar kafanızdaki bir dolu sorunun yanıtlarını da içerecek. Her şey 2011 yılında başladı. Beklenenin aksine Marduk ya da başka bir gezegen dünyamıza yaklaşmadı. Büyük felaketler yaşanmadı. Ama o yıl Japonya’da pek az insanın önemsediği ve ciddiye aldığı bir deprem ve tsunami felaketi sonrası radyasyon yayılımı başladı. Bir süre sonra azalan ve kontrol edildi sanılan ışıma senenin sonuna doğru insanlığın tamamını hasta edecek kadar arttı ve yayıldı gezegene. Bu olaylar zinciri dünya ekonomisini durma noktasına getirdi. Ardından dünyadaki ekonomik kriz çözülemeyecek bir şekle ulaştı. Bunun üzerine Dünya finans sistemi başta ABD ve AB ülkesi vatandaşlarına her ay belli bir maaş bağladı. Ardından 0 faizli ciddi meblağlı krediler açtı ve bunun en az 10 yıl süreceğini ilan etti. Amaç paranın döngüsünü hızlandırıp ekonomik hayatı yeniden rayına sokmaktı. Bankalar sıfır faizle kredi verip, kredi kart kullanımlarından doğan borçları 5 yıl ertelediler. Bu hak edilmemiş ve kaynağı belirsiz para arzının iki majör sonucu oldu. İki mutasyon diyebiliriz...
Her ay çalışsın çalışmasın eline para geçen insanlar yavaş yavaş çalışmamaya başladılar. Yeni bir akım doğdu. Bu akıma soft naturalizm dendi. İkinci büyük etki ise eğitimde yaşandı. İnsanlar eğitilmeyi reddetmeye başladılar. Bu bir nesil sonra düşük IQ lu ve içe kapanık insanların dünyayı kaplamasıyla devam etti.

Sadece internette vakit geçiren hatta evlerinin dışına çıkmayan insanlar türedi. Bu ilk önce Japonya’da oldu. Oradan da tüm dünyaya yayıldı. 2017 ye gelindiğinde artık geri dönülmez bir yola girilmişti. Bitmeye yüz tutan petrolden daha değerli bir şey yoktu artık. O yıl Amerika Birleşik Devletleri İran’a savaş açtı. Savaş ilk 1 yıl konvansiyonel silahlarla sürerken, akabinde önce kimyasal sonra da ufak çaplı nükleer silahlar kullanıldı. İran yerle bir edildi. Fakat İran İsrail’e onlarca atom bombası fırlattı. Yıl 2020 idi. Bu yeni gezegende olmamızın sebep zinciri de işte o zaman başladı. Başta Kuzey Kore, Rusya, Çin ve Hindistan büyük bir panikle atom silahlarını kullanan Amerika ve Fransa’nın çok ileri gittiğini düşünüp Kıta Avrupası ve Amerikan eyaletlerine füze fırlattılar. Savaş Amerika’nın galibiyeti ile bittiğinde Dünya radyoaktivite sonucu başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere adeta ıssız bir çöle döndü. Ayakta kalan tek bir başkent yoktu. Hayatta kalanlar bu büyük maddi ve ruhsal yıkımın etkisi ile daha çok soft naturalist olmuşlardı. Doğumlar durdu. Radyoaktivitenin olmadığı tek yer kutuplardı. Gıdalar, hayvanlar ve özellikle bitkiler yoğun alfa ve gamma ışınlarının etkisinde yok oldular. ve dünya yaşanamaz hale geldi.
Öldürücü darbe ise, oluşan radyasyonun rezerv maden kabul edilen ve ekonomik değeri benzersiz olan altın madenini okside etmesine benzer bir bozulmaya tutmasıyla gerçekleşti. Altınlar teker teker bozuluyor, yeni çıkarılan madenler bozulmuş olarak bulunuyordu. Bunu kağıt paranın değersizleşmesi ve yeniden binlerce yıl önceki takas sistemine dönüş izledi. Entelektüel hayat son bulmuş bilgi güç olma özelliğini yavaşça kaybetmişti. Derken Pasifik okyanusunda Galapagos adaları civarının nasıl olduysa artık radyasyondan tamamen arınmış olduğu anlaşıldı. Yeni bir gezegen, başka bir dünya bulma umuduyla burada dünyanın son bilim insanları yıllarca çalıştılar. 2305 yılında dünyadan 45 ışık yılı uzakta şu anda içinde bulunduğumuz gezegen keşfedildi. Radyoaktivitenin tek faydası bu yeni gezegene ulaşmak için yapılan araçlara sonsuz ve çok güçlü yakıt sağlaması oldu. Atmosferindeki %16 Oksijen ve %65 azot oranı insanlığın buraya göçünü mümkün kıldı. 2370 yılında dünyada kalan son 7 milyon insan düzenlenen seferlerle yeni gezegene taşındı. Ve dünya radyasyon topuna dönen gri atmosferli, kapkara bir yer olarak mazide kaldı. Denizlerin tamamı çamur rengindeydi en son gemi gezegeni terk ederken. Biz buraya New Earth anlamına gelen “Nearth” adını verdik. Bilim insanlarıysa atmosferinden dolayı “Yeşil Gezgen” diyorlar buraya.”


Anlatılanları masal ya da bir Hollywood filminin senaryosu tadında dinledikten sonra, “ İyi de ya benim hikayem? Bana neler oldu?” diye sordum.
“ Siz 2010 da henüz 3 yılını doldurmuş bir bilimsel deney programının parçası oldunuz. Kimsesiz olmanız, sağlam dimağ ve beden yapınız bitkisel hayatta olmanız ve yasal pozisyonunuz gereği Utah’daki laboratuvarlara getirilip bu sabaha kadar tam 400 yıl dondurulmuş halde tutuldunuz. Yeşil gezegende keşfedilen aktif bir element sayesinde de programdaki 7 kişi arasından ilk uyandırılan siz oldunuz. Binlerce kişi donduruldu bu programda ama kendi biyolojik yaşları ortalama insan ömrü olan 70 li ya da 80 li yaşlara gelince tamamı öldüler. Sadece 7 kişi 400 yıl uykuda kaldı ve bedenleri yaşlanmadı. Bu gezegendeki en yaşlı kişi 75 yaşında. Yani hiçbirimiz mavi dünyamızın yaşanabilir o güzel halini bilmiyoruz. Tek tanık siz ve diğer 6 denek. Bizim için çok önemlisiniz Cevat bey” dedi.
Mavi denizlerde, özgür ve yalnız yaşarken, iyot ve çam kokularıyla sabahları uyanırken, rüzgarların kaldırdığı denizlerde yelkenimi açıp dolaşırken kendimi bir anda kızıl yeşil bir gezegende sanki fantastik bir hikayenin içinde bulmuştum. Rüya değildi. Ama denizin tuzunun tadı ve çam ormanlarının kokusu hala tazeydi belleğimde. Sonra birden sordum; “ Deniz var mı bu gezegende ?” Acı acı gülümsedi yanımda bana şefkat ve heyecanla bakan hatun “ Gezegende su var. Ancak yerin 30-70 cm. altında ve her yerde. Buharlaşma yoluyla havaya karışıyor ve atmosferimizi nemlendiriyor. İçme ve kullanma suyu ihtiyacımız ise kuyulardan ve yer altı pompaları ile derinlerden sağlıyoruz.”
400 yıl uykuda kalmış ve ölmemiştim. Ama bunları duyunca kendimi ölü gibi hissetim. Tam bir ölü gibi… Denizler yoktu. Ne mavilik, ne dalgalar ne yelkenliler ne iyot kokusu ne de o güzel balıklar. Oysa benim dünyam denizlerdi. Şimdi burada toplamda 460 yaşında bir adam olarak bir daha denizleri hiç göremeden yaşamak zorunda kalmış bir mahkumdum. Nasıl olabilirdi. Hafızam hala tazeydi ve geceki fırtınayı detayları ile hatırlıyordu. Ama o fırtınanın estiği deniz yoktu artık.
Bu yeni dünyada ne din için birbirini öldüren insanlar, ne para için her şeyi göze alabilecek adamlar, ne sınırlar ne de ordular vardı. İnsanlık çok acı ve kabullenilmesi zor bir ders almış ancak ondan sonra kendine gelip en başa dönebilmişti. Ama bedeli yaşadığı dünyasını, yeşil ormanlarını ve masmavi denizlerini kaybetmek olmuştu. Buradaki herkes eski dünyayı bilmediği için aslında atalarının sebep olduğu ama kendi ödedikleri bedeli tam kavrayamadan neredeyse ay yüzeyine benzeyen bu taş gezegende var olmaya çalışıyorlardı.


Eski dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilen ve bu dev acıyla baş başa kalan sadece 7 kişi vardı. Ve ben de onlardan birisiydim…
Ve bu 7 kişiden muhtemelen denizleri canı kadar seven, evi belleyen, mavilerde yaşayan tek kişi de bendim. Bu kızıl gezegende ne denizi bilerek doğacak çocuklar ne de denizi yaşamış insanlar olacaktı. Teknenin, yelkenin, mavi ufuklara doğru yapılan seyirlerin, deniz denen eşsiz suların nasıl bir şey olacağını anlatmak da anlamak da artık mümkün değildi. O koca denizler ülkesini yaşamış, bilen tek insan bendim artık koca kainatta.


Ve bir daha asla kavuşamayacak olan tek insan da… Artık mavi denizler yoktu…Ben kainatın geride kalan tek ve son denizcisiydim… Denizi olmayan çaresiz kaptanı…
Cenk Şahin
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder