Gözlerimi açtığımda ilk aklıma gelen, teknenin dümenini hızla gelen
dalganın üzerine kırmam gerektiğiydi. Ay ışığının altında yağan sağanak
yağmurdan sırılsıklam halde son anda fark etmiştim o siyah devi. Ulaşmam
gereken tekneye çok az kaldığını, seyir fenerlerini seçmeye başladığımı
ve rüzgarın giderek arttığını anımsıyorum.
Sonrasını ise hiç
hatırlamıyordum. O gece, fırtınanın içerisinde bir başıma kaldığım o
kara gecede, son duyduklarım telsizden gelen fransızca yardım
çağrılarıydı. Ben yarım saat önce marinada teknemde yatmaya
hazırlanırken uyuyana dek açık olan telsizimden ilk “mayday” çağrısını
duymuş ve hızla fırtınanın içine, söylenen koordinatlara doğru fırtına
flokumu açarak, motor yelken yol almaya başlamıştım. Denizde ölüm ile
yaşam arasında gidip gelmeye başlayan denizcilere yardım etmek için
fazla zamanım yoktu, biliyordum. O dalga geldiğinde geç fark etmiş,
dümeni son bir gayretle iskele alabanda yapmıştım. Sonrası tam bir
boşluk…
Gözlerimi ovuşturdum dakikalarca. Bulanık görmeye devam ediyordum.
Birden dikey durumda, sanki ayakta duruyormuşum gibi dikildiğimi fark
ettim. Ama ayaklarım yere basmıyordu. Ayakta durmuyordum. Metal bir
kalıbın içinde her yerimden kuşaklarla bağlı şekilde kımıldayamayacak
kadar sıkı sabitlenmiş halde buldum kendimi. İlk aklıma gelen bitkisel
hayata girmiş olmak ya da felç geçirmek idi. Kıpırdayamıyor,
konuşamıyordum. Yapayalnız bir odada bir bitki gibi sessiz ve
hareketsizce duruyordum. Çok üşüdüğümü ve soğuktan kaskatı kesildiğimi
hissettim aniden. Kafamı kaldırıp odaya baktım. Duvarlar siyahtı. O gece
gibi belli belirsiz bir ışık tepeden salınarak odadaki zifiri kırıyordu
az da olsa. Kafamın üzerindeki metal tencere kapağı gibi başlığın
üzerinde yanımda duran makineye bağlı onlarca kablo gördüm irkilerek.
Odada başkaca ne bir eşya ne de biri vardı. Yalnız, loş ve soğuk bir
yerde, ne olduğunu anlamadığım bir makineye bağlı, kıpırdayamadan
duruyordum sessizce. Fırtına bitmiş miydi? O Fransız denizcilere ne
olmuştu? Teknem neredeydi? Neler oluyordu…
Burası bir hastaneye benzemiyordu. Hem beni tedavi ediyorlarsa neden dik
ve bağlı vaziyete duruyordum. Bu yoksa bir kabus muydu? Ölmüş müydüm?
Neredeydim ben ? Bunları düşünürken kendimden geçip bayılmışım…
Göz kapaklarımı yeniden araladığımda başımda duran iki kişi ;
“ Bu ana tanık olmak inanılır gibi değil”, “ Nihayet başardık” gibi bir
şeyler mırıldanıyorlardı. Sanki hayranlıkla sanki minnetle sanki gururla
bakıyorlardı gözlerimin içine. Bunlar da kimdi ? Beni nereden
tanıyorlardı? İçlerinden biri “ Her şeyi anlatacağız merak etmeyin,
sadece yavaş ve sakince olanları aktarmamız gerekiyor size, şok ya da
benzeri bir depresyon haline karşı birazdan sizi başka bir yere
alacağız, konsey bugüne hazırlandı, merak etmeyin. Siz ilksiniz,
ilk…gerçekten inanılmaz bir an bu… sonunda başardık işte… başardık…”
dedi ve sonra odadan hızla çıkıp gittiler.
Bu kez yatay ve büyükçe bir su yatağının üzerindeydim. Solumda perdeleri
kapalı bir pencere, sağımda ise duvarda bir tablo ve takvim vardı
sadece. Ama yine bağlı ve sabit bir haldeydim. Meraklar ve endişeler
içinde çaresizce düşünürken gözüm birden takvime takıldı.
14.Ağustos.2410. Daha neler dedim kendi kendime. Ağustos tamam, kaçak
fırtınasına yakalandık hatırlıyorum, fırtınada batma tehlikesi geçiren
ve telsizden acil yardım çağrısı yapan, seslerinden yaşlı olduklarını
düşündüğüm iki Fransız yelkenciyi, teknelerinde hayat mücadelesi veren
karı koca denizci iki insanı kurtarmak için hiç düşünmeden, tereddüt
etmeden dalmıştım o deli fırtınanın içine gecenin kör karanlığında...
İyi ama 2010 nasıl 2410 olabilirdi ki ? 400 yıl bitkisel hayatta kalıp,
yeniden gözlerini açmak ömrü 100 seneyi bile bulmayan ölümlü bir fani
için olasımıydı ?!
Bir süre sonra kapı açıldı ve içeri giren 3-4 kişi beni bağlarımdan
çözüp bir tekerlekli sandalyeye oturttular. İçlerinden en yaşlı ve beyaz
saçlı, mavi gözlü olanı yavaşça eğilip gözleri gözlerimin hizasına
gelince durdu.
Uzun uzun yüzüme bakıp “Hazır olmanız gereken bir yüzleşme sizi
bekliyor, bunun için kısa birkaç şey söylemek istiyorum” dedi.
“Dinliyorum” dedim yavaşça.
“Bakın, şu anda 2410 yılındayız, bulunduğunuz yer Dünya değil, ve siz
ilksiniz” Donuk bir suratla yüzüne bakakaldım bu adamın. Neyin ilkiydim
ben? Kimdi bu adamlar, bulunduğum yer dünya değilse ben neredeydim ?
Konsey dedikleri beş kişiden ibaret bir ekipti. Büyük ve loş bir odaya
getirip kocaman oval masanın başına oturttular beni. Sonra odadan çıkıp
kapıyı kapattılar. Konseyle baş başa kalmıştık. Beşinin de önünde
üzerimde ismimin yazılı olduğu dosyalar açık vaziyette duruyordu. Hepsi
bana sanki uzaylıymışım gibi bakıyor, ama garip bir şekilde yüzlerinde
minnet ve sevinç çizgileri oluşuyordu gülümserlerken suratıma. Daha
fazla dayanamayıp sordum ;
- Neredeyim, neler oluyor ?
- Cevat bey, dosyanızdan öğrendiğimize göre bir fırtınada tekneniz
batmış. Tüm gece sizden haber alınamamış. Siz sabaha karşı sahile
vurmuşsunuz. Nabzınız atıyor fakat beyin ölümünüz gerçekleşmek üzere bir
halde bulmuşlar sizi. Uzunca bir zaman, hastanede yoğun bakımda
kalmışsınız. Yapılan incelemelerden sonra hayatta olan ne bir akrabanız
ne de yakınınıza ulaşılmış, kayıtlara kimsesiz olarak geçmişsiniz.
- Doğru, ben teknesinde yalnız yaşayan bir adamdım.
- İşte biz tam da bu noktadan sonra size ulaşıyoruz. O hastanede çalışan
bir doktor üyemiz kan, kas ve organlarınızın genel durumunun
raporlarını gördükten ve kimsesiz olduğunuza emin olduktan sonra bizimle
temasa geçti. Biz de yasal prosedürü tamamlayıp size operasyonu
gerçekleştirdik.
- Ne operasyonu ?
- Bitkisel hayatta iken vücut ısısını yarıya düşürme prosesi.
- Nasıl yani? 18 dereceye mi düşürdünüz bedenimin ısısını ?
- Evet. Bir de tabii rüya programı yüklendi size hizmet veren serverlara. Bu uzun yıllar boyunca rüyalarla oyalandı zihniniz.
- Peki neredeyim? Hangi yıldayız ?
- Dünyada yaşam ne yazık ki 100 yıl kadar önce sona erdi. Artık biz oraya gri ölü gezegen diyoruz. Hayat şartları yok oldu…
Donuk gözlerle karşımdaki insanların söylediklerini aklımdan bir kez
daha tekrarlıyor, bu ciddi ve sakin insanların suratlarına bakıp,
duyduklarıma inanmak için zorluyordum ki kendimi birden içeri bir kadın
girdi. Bu noktadan sonra hastanın yani benim kendi sorumluluğunda
olduğunu ve hikayenin geri kalanını kendisinin anlatacağını söyleyip
beni başka bir odaya alıp götürdü ve yanıma oturdu. O bana bakıyordu ama
benim gözüm o an karşı duvardaki ufak pencereden gördüğüm görüntüye
takıldı. Bu manzara beni pencereye kadar çekti. Pencerenin yanına
gittiğimde dehşetlere düşerek gördüm ki yeşil bir gökyüzü ve koyu
kırmızı neredeyse bordoya kaçan bir dev güneş tepede duruyor, simsiyah
taşlar ve kayalardan oluşan etraf ıssız bir çöle benziyordu. Karanlık ve
loş bir ıssızlık, yerden rüzgarların kaldırdığı toz bulutları ve esen
havanın sert ıslıkları arasında uçsuz bucaksız ötelere uzanıyordu.
Yanımdaki kadın birden konuşmaya başladı sonra;
“Dünya güneşinden 4 milyar yıl daha yaşlı yeni güneşimiz. Ve maalesef
yavaşça ölüyor. Bu yüzden rengi koyu kırmızı. Ama yine de bir sürelik
daha yıllık ömrü var. Eski güneşimizden 25 kat büyük ve daha yakın
olması sayesinde ısı ve ışık alabiliyoruz. Ama insanoğlu için bu gezegen
de kalıcı olamayacak. Artık insan türü bir nevi uzay göçebesi oldu.
Buradan da zamanı gelince torunlarımızın gitmesi gerekecek.” dedi ve
derin bir iç çekerek devam etti.
“ Cevat bey, şimdi beni sakin ve dikkatlice dinleyin lütfen. Size
program gereği anlatılması gereken bazı şeyler anlatacağım, sanırım
bunlar kafanızdaki bir dolu sorunun yanıtlarını da içerecek. Her şey
2011 yılında başladı. Beklenenin aksine Marduk ya da başka bir gezegen
dünyamıza yaklaşmadı. Büyük felaketler yaşanmadı. Ama o yıl Japonya’da
pek az insanın önemsediği ve ciddiye aldığı bir deprem ve tsunami
felaketi sonrası radyasyon yayılımı başladı. Bir süre sonra azalan ve
kontrol edildi sanılan ışıma senenin sonuna doğru insanlığın tamamını
hasta edecek kadar arttı ve yayıldı gezegene. Bu olaylar zinciri dünya
ekonomisini durma noktasına getirdi. Ardından dünyadaki ekonomik kriz
çözülemeyecek bir şekle ulaştı. Bunun üzerine Dünya finans sistemi başta
ABD ve AB ülkesi vatandaşlarına her ay belli bir maaş bağladı. Ardından
0 faizli ciddi meblağlı krediler açtı ve bunun en az 10 yıl süreceğini
ilan etti. Amaç paranın döngüsünü hızlandırıp ekonomik hayatı yeniden
rayına sokmaktı. Bankalar sıfır faizle kredi verip, kredi kart
kullanımlarından doğan borçları 5 yıl ertelediler. Bu hak edilmemiş ve
kaynağı belirsiz para arzının iki majör sonucu oldu. İki mutasyon
diyebiliriz...
Her ay çalışsın çalışmasın eline para geçen insanlar yavaş yavaş
çalışmamaya başladılar. Yeni bir akım doğdu. Bu akıma soft naturalizm
dendi. İkinci büyük etki ise eğitimde yaşandı. İnsanlar eğitilmeyi
reddetmeye başladılar. Bu bir nesil sonra düşük IQ lu ve içe kapanık
insanların dünyayı kaplamasıyla devam etti.
Sadece internette vakit geçiren hatta evlerinin dışına çıkmayan insanlar
türedi. Bu ilk önce Japonya’da oldu. Oradan da tüm dünyaya yayıldı.
2017 ye gelindiğinde artık geri dönülmez bir yola girilmişti. Bitmeye
yüz tutan petrolden daha değerli bir şey yoktu artık. O yıl Amerika
Birleşik Devletleri İran’a savaş açtı. Savaş ilk 1 yıl konvansiyonel
silahlarla sürerken, akabinde önce kimyasal sonra da ufak çaplı nükleer
silahlar kullanıldı. İran yerle bir edildi. Fakat İran İsrail’e onlarca
atom bombası fırlattı. Yıl 2020 idi. Bu yeni gezegende olmamızın sebep
zinciri de işte o zaman başladı. Başta Kuzey Kore, Rusya, Çin ve
Hindistan büyük bir panikle atom silahlarını kullanan Amerika ve
Fransa’nın çok ileri gittiğini düşünüp Kıta Avrupası ve Amerikan
eyaletlerine füze fırlattılar. Savaş Amerika’nın galibiyeti ile
bittiğinde Dünya radyoaktivite sonucu başta Ortadoğu ülkeleri olmak
üzere adeta ıssız bir çöle döndü. Ayakta kalan tek bir başkent yoktu.
Hayatta kalanlar bu büyük maddi ve ruhsal yıkımın etkisi ile daha çok
soft naturalist olmuşlardı. Doğumlar durdu. Radyoaktivitenin olmadığı
tek yer kutuplardı. Gıdalar, hayvanlar ve özellikle bitkiler yoğun alfa
ve gamma ışınlarının etkisinde yok oldular. ve dünya yaşanamaz hale
geldi.
Öldürücü darbe ise, oluşan radyasyonun rezerv maden kabul edilen ve
ekonomik değeri benzersiz olan altın madenini okside etmesine benzer bir
bozulmaya tutmasıyla gerçekleşti. Altınlar teker teker bozuluyor, yeni
çıkarılan madenler bozulmuş olarak bulunuyordu. Bunu kağıt paranın
değersizleşmesi ve yeniden binlerce yıl önceki takas sistemine dönüş
izledi. Entelektüel hayat son bulmuş bilgi güç olma özelliğini yavaşça
kaybetmişti. Derken Pasifik okyanusunda Galapagos adaları civarının
nasıl olduysa artık radyasyondan tamamen arınmış olduğu anlaşıldı. Yeni
bir gezegen, başka bir dünya bulma umuduyla burada dünyanın son bilim
insanları yıllarca çalıştılar. 2305 yılında dünyadan 45 ışık yılı uzakta
şu anda içinde bulunduğumuz gezegen keşfedildi. Radyoaktivitenin tek
faydası bu yeni gezegene ulaşmak için yapılan araçlara sonsuz ve çok
güçlü yakıt sağlaması oldu. Atmosferindeki %16 Oksijen ve %65 azot oranı
insanlığın buraya göçünü mümkün kıldı. 2370 yılında dünyada kalan son 7
milyon insan düzenlenen seferlerle yeni gezegene taşındı. Ve dünya
radyasyon topuna dönen gri atmosferli, kapkara bir yer olarak mazide
kaldı. Denizlerin tamamı çamur rengindeydi en son gemi gezegeni terk
ederken. Biz buraya New Earth anlamına gelen “Nearth” adını verdik.
Bilim insanlarıysa atmosferinden dolayı “Yeşil Gezgen” diyorlar buraya.”
Anlatılanları masal ya da bir Hollywood filminin senaryosu tadında
dinledikten sonra, “ İyi de ya benim hikayem? Bana neler oldu?” diye
sordum.
“ Siz 2010 da henüz 3 yılını doldurmuş bir bilimsel deney programının
parçası oldunuz. Kimsesiz olmanız, sağlam dimağ ve beden yapınız
bitkisel hayatta olmanız ve yasal pozisyonunuz gereği Utah’daki
laboratuvarlara getirilip bu sabaha kadar tam 400 yıl dondurulmuş halde
tutuldunuz. Yeşil gezegende keşfedilen aktif bir element sayesinde de
programdaki 7 kişi arasından ilk uyandırılan siz oldunuz. Binlerce kişi
donduruldu bu programda ama kendi biyolojik yaşları ortalama insan ömrü
olan 70 li ya da 80 li yaşlara gelince tamamı öldüler. Sadece 7 kişi 400
yıl uykuda kaldı ve bedenleri yaşlanmadı. Bu gezegendeki en yaşlı kişi
75 yaşında. Yani hiçbirimiz mavi dünyamızın yaşanabilir o güzel halini
bilmiyoruz. Tek tanık siz ve diğer 6 denek. Bizim için çok önemlisiniz
Cevat bey” dedi.
Mavi denizlerde, özgür ve yalnız yaşarken, iyot ve çam kokularıyla
sabahları uyanırken, rüzgarların kaldırdığı denizlerde yelkenimi açıp
dolaşırken kendimi bir anda kızıl yeşil bir gezegende sanki fantastik
bir hikayenin içinde bulmuştum. Rüya değildi. Ama denizin tuzunun tadı
ve çam ormanlarının kokusu hala tazeydi belleğimde. Sonra birden sordum;
“ Deniz var mı bu gezegende ?” Acı acı gülümsedi yanımda bana şefkat ve
heyecanla bakan hatun “ Gezegende su var. Ancak yerin 30-70 cm. altında
ve her yerde. Buharlaşma yoluyla havaya karışıyor ve atmosferimizi
nemlendiriyor. İçme ve kullanma suyu ihtiyacımız ise kuyulardan ve yer
altı pompaları ile derinlerden sağlıyoruz.”
400 yıl uykuda kalmış ve ölmemiştim. Ama bunları duyunca kendimi ölü
gibi hissetim. Tam bir ölü gibi… Denizler yoktu. Ne mavilik, ne dalgalar
ne yelkenliler ne iyot kokusu ne de o güzel balıklar. Oysa benim dünyam
denizlerdi. Şimdi burada toplamda 460 yaşında bir adam olarak bir daha
denizleri hiç göremeden yaşamak zorunda kalmış bir mahkumdum. Nasıl
olabilirdi. Hafızam hala tazeydi ve geceki fırtınayı detayları ile
hatırlıyordu. Ama o fırtınanın estiği deniz yoktu artık.
Bu yeni dünyada ne din için birbirini öldüren insanlar, ne para için her
şeyi göze alabilecek adamlar, ne sınırlar ne de ordular vardı. İnsanlık
çok acı ve kabullenilmesi zor bir ders almış ancak ondan sonra kendine
gelip en başa dönebilmişti. Ama bedeli yaşadığı dünyasını, yeşil
ormanlarını ve masmavi denizlerini kaybetmek olmuştu. Buradaki herkes
eski dünyayı bilmediği için aslında atalarının sebep olduğu ama kendi
ödedikleri bedeli tam kavrayamadan neredeyse ay yüzeyine benzeyen bu taş
gezegende var olmaya çalışıyorlardı.
Eski dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilen ve bu dev acıyla baş başa kalan sadece 7 kişi vardı. Ve ben de onlardan birisiydim…
Ve bu 7 kişiden muhtemelen denizleri canı kadar seven, evi belleyen,
mavilerde yaşayan tek kişi de bendim. Bu kızıl gezegende ne denizi
bilerek doğacak çocuklar ne de denizi yaşamış insanlar olacaktı.
Teknenin, yelkenin, mavi ufuklara doğru yapılan seyirlerin, deniz denen
eşsiz suların nasıl bir şey olacağını anlatmak da anlamak da artık
mümkün değildi. O koca denizler ülkesini yaşamış, bilen tek insan bendim
artık koca kainatta.
Ve bir daha asla kavuşamayacak olan tek insan da… Artık mavi denizler
yoktu…Ben kainatın geride kalan tek ve son denizcisiydim… Denizi
olmayan çaresiz kaptanı…
Cenk Şahin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder