9 Nisan 2017 Pazar

ÇANAKKALE'DE ÖLÜM



ÇANAKKALE’DE ÖLÜM




Tarih İncelemeleri Dergisi
Cilt/Volume XXVI, Sayı/Number 1
Temmuz/July 2011, 151-172
ÇANAKKALE’DE ÖLÜM
Hasan MERT*
Özet
3 Kasım 1914’te başlayan Çanakkale Savaşı, 9 Ocak 1916’ya kadar 14 ay devam etmiştir. Bu
süreç dar bir kara parçasında gerçekleşen tarihin kaydettiği en kanlı muharebelerden birisidir.
Sonuçları itibarıyla ise Türk ve Dünya tarihini askeri, siyasal ve ekonomik yönleriyle etkilemiştir.
Ancak bunlara eklenmesi gereken bir de sosyal ve psikolojik boyutu vardır. Kayıpların çoğu kez
bir istatistik olarak yer aldığı değerlendirmelerde insan hayatının söz konusu olduğu göz ardı
edilmektedir. Oysa anlatılan birçok kahramanlık hikâyesinin ardında büyük acılar ve dramlar
yaşandığı gerçeği de unutulmamalıdır. Ölümler, savaşın doğal bir sonucu gibi algılanabilir, bu
anlamda savaşın üç boyutu vardır: Ölüme tanıklık, öldürme ve geriye kalan mezarlar. Ancak
bunlar, tanık olan insanların hayatlarını etkiler ve sonraki yaşamlarında derin izler bırakır. Bu
konular özellikle savaşı yaşamış Türk askerlerinin izlenimleriyle değerlendirilmiş ve 1915 yılında
Çanakkale’de yaşananların insani boyutuna dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Böylece savaşın
insanlık için nasıl bir felaket olduğu ve Türkiye’nin bağımsızlığının hangi fedakârlıklarla
kazanıldığı daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Anahtar Kelimeler: I. Dünya Savaşı, Çanakkale, Osmanlı Devleti.
Abstract
Death in Gallipoli
“The Battle of Gallipoli” lasted fourteen months between 3 November 1914 and 9 January 1916.
This battle, which occurred in a narrow land, is one of the bloodiest battles of the history. In terms
of its results, it influenced both Turkish and world history from military, political and economic
aspects, as well as social and psychological dimensions. In the evaluations, in which the losses at
the battle were documented as only statistic, subject of human life is ignored usually. However, it
should not be forgotten that there is a fact of great pain and drama behind many lived heroic
stories. Deaths can be recognized as a natural result of the war, in this sense, the war has three
dimensions: Witnessing death, killing and the remaining graves. However, these dimensions
affect the life of the people who witnessed the war and leaves deep scars in their life. In this paper
these issues are evaluated according to the impression of Turkish soldiers who lived the war and it
is tried to call attention to the humanitarian aspects of those which have been lived in Gallipoli.
Thus, it is going to be understood better that the war is a disaster for humanity and Turkey's
independence have costed what kind of sacrifice?
Keywords: First World War, Gallipoli, Ottoman Empire

*
 Doç. Dr., Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Bornova-İzmir. 
152
Giriş
I. Dünya Savaşı’nın bir cephesi olarak 1915 Çanakkale Savaşları,
Türkiye’de yaşayan herkesin zihninde özel çağrışımlar yapar. Zira bu cephe
gerek savaş sırasında yaşananlar gerekse savaşın sonuçları itibarıyla Türk ve
Dünya tarihinde iz bırakmış olayların başında gelir. Bu sebeple gerçekleştiği
tarihten günümüze kadar Çanakkale Cephesi’ne ilişkin ilmi ya da popü
153
Ayrıca bu çalışmayla ilgili vurgulanması gereken diğer bir konu da
sadece Türk kaynaklarına dayanılarak hazırlanmış olmasıdır. Bunu iki sebepten
ötürü tercih ettik. Birincisi ölümün Batılılar ve Türkler arasında algılanma
biçiminin farklı olmasıdır. Nitekim yabancı araştırmacılardan bu konuya
değinenler de olmuştur. İkinci olarak Türkiye’deki bazı yazar ya da belgesel
yapımcıları Çanakkale savaşları konusunda Türk kaynaklarının yeterli
olmadığından dem vurmaktadır. Oysa gerekli araştırmalar yapıldığında Türkçe
literatürde de azımsanmayacak derecede tarihsel verilere sahip olduğumuz
rahatça anlaşılabilir. Özellikle hatırat kümesi birçok konuda olduğu gibi bu
çalışmanın hazırlanmasında da en önemli başvuru kaynağımız olmuştur. Tarihin
temel konusu insan olduğuna göre tarihsel bir olayı da yaşayandan daha iyi kim
bilebilir? Bu yüzden 1915 yılında yaşananlar çok fazla yoruma yer bırakmadan,
tanıklarının kaleminden örneklerle açıklanmaya çalışılacaktır.
I. Ölümle Yüzleşme
Ölüm kelimesinin anlamı sözlüklerde kısaca, canlı bir varlığın hayati
faaliyetlerinin kesin olarak sona ermesi, şeklinde tanımlanır. Kitap sayfalarındaki bu
kısa ve yalın ifadenin aksine insan zihnindeki yansımaları ise oldukça geniş,
korkutucu ve soğuktur. Dünyaya gelen her insanın bir gün öleceği kesin bir
gerçeklik olmakla beraber insanlar bilinçaltında bu bilgiden uzak durmaya
çalışırlar. Ruhi olarak hasta olanların dışında hiç kimse kendi hayatını sonlandırmayı
aklından bile geçirmez. Yine de çevresinde bir ölüm gerçekleştiğinde sanki
bunun olması mukadder değilmiş gibi şaşkınlık geçirip derin bir üzüntüye boğulur.
Savaş durumunda ise ölüm sanki en tabii vakıa gibi anılır. Oysa günlük
hayatımızda parmağımız çizildiğinde acıyla yüzümüzü buruşturduğumuz halde,
savaş sahnesinde sergilenenler bir korku filmi senaryosuna taş çıkartacak
derecede kanlı sahnelerle şahit olanları adeta şok eder.
Savaşın tanıklarından Mehmet Fasih Bey, bir askerinin vurulmasının
ardından gördüğü korkunç manzara karşısında irkilir: “Bir neferin beyninin
parçalanarak şehit olduğunu söylediler. Gidip baktım. Allahım! Bu manzara pek
müthiş! Kafatasının üst kısmı beyinle beraber uçmuş. Cimcimenin içerisi
bomboş. Murdar iliğin bir tarafı görülüyor. Mavi damarlar etraftan sarkıyor.
Siyah gözlerin mebdei besbelli. Zavallı neferin gözleri yarı kapalı. Dişleri
görünüyor. Başının derileri perişan sallanıyor. Bu manzara fikirlere durgunluk
veriyor. Bir mermi, bir dumdum ne işler yapıyor. Halbuki adi bir piyade
mermisi olsa idi, ihtimal nefer şehit olsa bile, yara bu kadar vahim olmayacaktı.
Yerime gelip oturdum. Fıtratım pek perişan”4
.

4
 Mehmed Fasih Bey 1997, 161. 
154
Çanakkale savaşının farklı yönlerini hatıralarında kaydeden Münim
Mustafa: “Bir gün siperlerimizi gezerken bir neferimizin kara torpiliyle
parçalanan cesedini portatif çadıra bohçalanırken gördüğüm vakit ne kadar
müteessir olmuştum. Her azası bir parça haline gelmişti.” 5 diyerek gördüğü
korkunç manzarayı anlatmaya çalışıyordu.
Milli Mücadele’nin tanınmış isimlerinden Fahrettin Altay da
Çanakkale’de görev yapan subaylardan biriydi. İleri hatları dolaşmaya çıktığı
bir gün Alay komutanı Şefik Bey (Aker)’in bir uyarısı belki de onu korkunç bir
sondan kurtarmıştı: “Kalktık beraberce karargâha dönüyorduk, ‘Aman dedi,
biraz eğil’ boyum uzun olduğu için siperden dışarı çıkıyordu, sonra sözlerine
şunları ilave etmişti: “Dün buradan çavuşumla geçiyordum, bir düşman
mermisi geldi ve O’nun başını parçaladı. Zavallının beyni benim arkama
bulaştı...”6
Savaşın ilerleyen aylarında bu tür feci olaylara daha sık tesadüf edilmeye
başlanmıştı. İbrahim Arıkan da insan aklını altüst edebilecek bir sahneyi şöyle
not ediyordu: “8-9 Eylül (21-22 Eylül 1915) gecesi bölük kumandanının emri
üzerine iki manga ile deniz kenarına sahil keşif nöbetine gittik. Kumkale’ye
taarruz eden İngilizlerden birisinin kurukafasına tesadüf ettik. Birisinin de
potinlerinin içinde bacakları kurumuş, vücudu dağılmış vaziyette idi.”7
İnsan doğası gereği ölümden korkar, çekinir ancak insan karakterinin
diğer bir özelliği de sık karşılaştığı durumlara karşı bir alışma ya da kanıksama
psikolojisi geliştirmesidir. Savaşta da günler ilerledikçe duygular törpülenir
artık meydana gelen her şey olağan karşılanmaya başlar. Türkiye’de insanların
büyük çoğunluğu Çanakkale Savaşları’nı 18 Mart gününden ibaret zanneder.
Oysa bu sadece deniz zaferinin kazanıldığı gündür. Osmanlı Devleti I. Dünya
Savaşı’na girer girmez daha 3 Kasım 1915’te İtilaf donanmasınca Boğaz
kuşatılıp ateş altına alınır. Savaşın denizdeki bu ilk safhası 18 Mart’a kadar
sürer. 25 Nisan 1915’te ise kara muharebeleri başlar ve 9 Ocak 1916’ta son
düşman neferi çekilene kadar sürer. Yani bu daracık cephedeki muharebeler
yaklaşık on dört ay sürmüştür. Dolayısıyla bu zaman zarfında insanlar da artık
yaşadıklarını kabullenmekten başka yol bulamamıştır.
“Biraz daha ilerledikten sonra bizim siperlere geldim. Büyük bir kan
seylabesi (birikintileri) siperlerde göllenmiş ve pıhtılaşmış. Rengi siyah. Aynı
zamanda içinde beyin ve kemik parçaları, et parçaları göze çarpıyor. Derhal
faciayı anladım. Çünkü bu kan, taa çuvallardan aşağıya doğru boşanmış.

5
 Mustafa 1998, 93.
6
 Altay 1970, 112-113. 7
 Arıkan 2007, 37. 
155
Bulaşıkları duruyor. Bir kaç bomba parçası da hala etrafta saçılı duruyor. Bu izi
takip ettim. Ta benim kovuğun önüne kadar geliyor. Zaten şüheda buradan
geçiyor. Bu hal bana dehşet verdi. Çünkü tüfekle bugün iki tane oldu. Yerime
geldim. Pek ziyade müteessirim. Şimdi adeta korkak oldum. Fakat düşündüm.
Korku beyhude. O nerede olsa, gelip sizi bulur. Biz tedbirde kusur etmeyelim
de ne olursa olsun.”8

“Bulunduğum yer tümsek gibi idi. Sürünerek geri geri gitmeye başladım.
Önümden arkamdan edilen ateşlerin şiddetinden kulaklarım müthiş bir uğultu
içinde idi. Sürünerek nispeten çukurca bir yere sığındım. Yanımdaki iki onbaşı
da burada idi. İki tarafımı iyice yokladım. Bir sürü adam var. Dikkatle bakınca
gördüm ki bunlar gündüz ölen ve yanan askerler. Başka bir zaman olsaydı,
insan ölülerle, hele böyle feci şekilde ölmüş kimselerle yan yana yatmaktan
korkudan ölürdü. Şimdi bu aklıma bile gelmiyor. Ölümü mü, ölüyü mü
kanıksadık acaba?”9
“10 Temmuz 1331 (23 Temmuz 1915) gece ve gündüz fasılalarla topçu
ve piyade ateşi devam ediyordu. Gece bir aralık topçu ateşi pek şiddetlendi.
Düşman, bomba yerlerinden siperlerimize bombalarını savuruyordu. Alaydan
yaralı vermeye başlamıştık. Top, tüfek, bomba sesleri duymaya, ya bir sedye
içinde götürülen veyahut portatif bir çadır içinde bohçalanmış, efradımızdaki
cesetlerini görmeye alışıyorduk. Ne çare ki muharebe içindeyiz. Bunlar harbin
neticeleri idi.”10
İslam dininin şartlarından birisi olan kurban kesmek birçok kişinin tanık
olduğu hatta uyguladığı bir ibadettir. Kurbanlık koyun tekbirlerle kesim yerine
getirilir, kıbleye doğru çevrilip besmeleyle boğazlanır. Bu arada kurbanın kanı
kolay aksın, daha fazla acı çekmesin diye başı geriye doğru yaslanır. Bunu bir
hayvanda uygulamak neyse ama bir insanın bu şekilde can vermesi tasavvur
edilecek bir olay mıdır?
“Sekizinci mazgaldan birisinin yaralandığını söylediler. Biraz ilerledim.
Rah-ı mesturun birleştiği yerde efrad toplanmış. Ben de koştum. Yaralı nefer
yerde yatıyor. Ağzından vuru1muş. Yarab! Sen muhafaza et cümlemizi!
Gerisinden çıkmış. Nefes alıp verdikçe ağzından kan fışkırıyor ve bir seyelan-ı
hazin (hazin akıntı) ile yerleri boyuyor. Sıhhiyeler sarmağa uğraşıyor. “Vazgeç
oğlum. O bitmiş. Allah taksiratını affetsin. Yan çevirin de kanı daha güzel, daha
kolay akarak kendisine zahmet vermesin” dedim. Yaptılar ve neferler bana
bakıştılar. Bu kadar soğuk bir tavır ile söz söyleyişime hayret ettiler. Hâlbuki

8
 Mehmed Fasih Bey 1997, 165.
9
 Sunata 2003, 151.
10 Mustafa 1998, 59. 
156
onların çehrelerinden dehşet okunuyordu. Biz ise artık, böyle manzaraları göre
göre bıkmıştık. Doymuştuk!”11
1915’te Çanakkale’de ölüm, sadece top-tüfek mermileriyle gelmiyordu.
Hiç beklenmedik bir anda, güvende olduğunuzu düşündüğünüz ya da
gizlendiğiniz yerde bile sizi buluyordu. Askerler bu öldürücü kurşunlardan
kendilerini korumak için siperler kazıyorlardı. Ancak sonbaharın sağanak
yağmurları sel olup önüne ne gelirse sürükleyip götürüyordu. Sel sularıyla dolan
siperlerdeki birçok askerimizin bu şekilde hayatını kaybettiklerine de tesadüf
ediliyordu:
“16 Aralık günü de yerimizdeyiz. Bazı mahfuz mahallerden ve bazı
siperlerden, mahut bora gününden ve sel baskınından kalma cesetler çıkıyor”12.
Düşman, donanmasının gücüne güvenmektedir. Yenilmez addedilen
armada 18 Mart tarihinde büyük bir mağlubiyete uğramıştır. Ancak bütün
gücünü yitirdiğini düşünmek de yanlıştır. Zira kara harekâtı sırasında
gemilerden açılan destek ateşi Türk askerlerini çok zor durumlarda bırakmıştır.
Atılan top mermilerinin adedi binlerle ifade edilirken, bu mermilerin ağırlıkları
yedi yüz kilograma kadar artmaktaydı. Böyle bir mermi de düştüğü yerde
ayakta ya da canlı hiçbir şey bırakmıyordu. Ne siperler ne de duvarın ardında
gizlenmek hayatta kalmak için yeterli değildi.
“İstirahat halinde bulunan diğer beş emir atlısı, Kerevizdere’de Alay
karargâhı civarında örtülü ve mahfuz bir yerde duruyorlardı. Burası mağara gibi
bir yerdi. Üstü tamamen kapalı idi ve düşman ateşine maruz bulunmayan
büyücek bir delikten girip çıkmak mümkündü.
İhtiyatta bulunan taburun tüfekçi ustalarından biri de aynı yere girmiş ve
bulundukları yerin doğal korunaklı olmasından dolayı kendileri için bir
tehlikenin mevcudiyetini asla ve bir an bile hatırlarına getirmeyen emir atlıları
ile sohbete koyulmuş.
Talihin ne garip cilvesidir ki, düşmanın attığı obüs mermilerinden biri, bu
mağaranın üstüne tesadüf etmiş. İnfilakın şiddetinden, toprak sathı tamamen
çökmüş, içerde bulunan istirahat halindeki beş emir atlısı ile beraber o tüfekçi
ustası da bir çöp parçası gibi ezilmişler. Hadiseyi öğrendiğim zaman, kaderin
insanların alnına görünmez eliyle yazdığı bu garip talih cilvesine hayret
etmedim değil. Hâlbuki beri yanda, binbir tehlikenin karşısında dörtnala at
koşturan askere hiçbir şey olmamıştır.”13

11 Mehmed Fasih Bey 1997, 210.
12 Sunata 2003, 195.
13 Conk 2002, 146. 
157
“Kardeşim dedi şu ileride gözüken köy neredesidir? Kendisine Kocadere
köyü olduğunu söyledim bir an durakladıktan sonra: “Gel, dedi. Şu köye
gidelim. Rahat bir nefes alırız bari.
Hatırını kırmayarak köye vardık ama köy de ara sıra düşman topları ile
tehdit ediliyordu. Nihayet köy camii duvarını siper ederek birer sigara
yakmıştık. Daha ilk nefesimizi çekerken bir merminin camide infilak etmesiyle
duvarların üstümüze inmesi bir olmuştu. Gayret sarfederek kendimi kurtardım.
Sonra arkadaşımı toprak arasında arayarak buldum. Yarası ağırdı. Geçen bir
vasıtayla hastaneye naklettim. Ve bir daha da görmek nasip olmadı.”14
Çanakkale cephesinde yetersiz olmakla birlikte yaralı askerler için
hastaneler de hazırlanmıştı. Hatta bu hastaneler sadece Türk askerlerine değil,
yaralı düşman askerlerine bile tedavi hizmeti vermekteydi. Ancak savaşın
acımasızlığı buralarda da kendini gösteriyor ve her türlü uluslararası hukuka,
insanlık değerlerine aykırıda olsa Kızılay bayrağı taşıyan hastaneler ya da yaralı
taşıyan nakliye gemileri havadan ve denizden bombalanıyor iyileşmeyi
bekleyen askerler yataklarında can veriyordu15.
“Hatta bir gün baştan aşağı yaralılarla dolu olan ve düşmanın yaralı
esirlerinin de bulunduğu Çamburnu hastanesinin bombardıman edilmesi üzerine
bizim yaralılarımızla beraber, düşmanın yaralıları da beynelmilel hukuk
esaslarını ihlal eden bu fecaatin kurbanları olmuştu.
Akbaş ilerisinde Yalova köyü civarında insaniyetperver bir zat tarafından
tesis edilmiş ufak bir yaralı merkezi vardı. Bir kırmızı salip (kızıl haç) işaretini
taşıyan bu hastane de bir gün gene düşman filosu tarafından bombardıman
edildiği için harp kaideleriyle insani hislere muhalif olan bu tecavüz General
Leyman (Liman von Sanders) tarafından protesto edildiği işitilmişti”16.
“İngilizler o gün Kilitbahir’i bombardıman ettikleri gibi Ağadere
Hastanesi’ni de bombalamışlardı. Hastanelerin her türlü bombardımandan
korunması lazımken hastanede mevcut yaralıların bir kısmı şehit olmuş, bir
kısmı da bin müşkülatla canını kurtarmak için şuraya buraya dağılmıştı. Bir
miktar yaralı da Kilitbahir’e gelmişti. Bizim bulunduğumuz kahve binasına da
birkaç yaralı geldi. İngilizlerin bu vahşice hareketleri Türk milletinin kalbinde
ve tarihinde ilelebet kazınmış olarak kalacak vaziyette idi”17.
Düşmanın taarruz harekâtları işe yaramamış, Gelibolu yarımadasındaki
direnişi kırmayı başaramamıştı. Buna mukabil Türk tarafının düşmanı denize

14 İncesu 2001, 307. 15 Bu konunun tafsilatına dair bkz. Esenkaya 2006,
 51-95. 16 Mustafa 1998, 94.
17 Arıkan 2003, 43. 
158
dökme girişimleri de sonuç vermemiş, 1915 Ağustos’undan neredeyse
yılsonuna kadar savaş birbirine yakın siperlerde sürdürülmüştü. Bu, askerleri
düşmanını yok etmek için yeni arayışlara itmiş ve yüzyıllar öncesinde kale
duvarlarını yıkmak için uygulanan tünel atma taktiği Gelibolu’nun mümbit
topraklarının altında da uygulanmaya başlamıştı. Bunlara eskiden olduğu gibi
lağım adı veriliyordu. Hasımlar birbirlerinin mevzilerinin altına lağımlar
kazıyor, dinamitle doldurup hiç beklenmedik bir anda havaya uçuruyordu.
“Bir sabah tünel kazmakta olan postanın başı bana gelerek:
-Komutanım dedi, düşmanın kürek seslerini işitiyoruz, derhal o yöne
hareket ettim geniş ve derin tünelimizin ses geldiği tarafını tesbit ederek burada
çok itimad ettiğim bir askeri bırakarak diğerlerini başka tünellere çektim.
Durumu tabura ulaştırdığım gibi aynı zamanda burada görevlendirdiğim
askerime:
- Bak evladım, düşmanın kazma kürek sesleri ağır ağır yaklaşıyor. Şayet
burada bir gedik açılır da düşman görünürse el bombasını ateşleyip hemen
kendini dışarı atarsın.
Hakikaten tahminimizde yanılmamıştık. Bir müddet sonra bizim tünele
birleşen düşman tüneli içindeki çok sayıda asker, Mehmetçiğin el bombası ile
parça parça olmuşlardı”.18
“Kulaklarımdan acı acı patlayan bir gürültünün uğultuları geçmemişti;
sersem gibiydim. Bu sırada zeminlikten başımı dışarıya çıkardım, bir de ne
göreyim! Bol güneşli bir yaz günü olmasına rağmen, güneşle aramızda
topraktan bulut gibi bir tabaka hasıl olmuş, sema ve güneş görülemiyor!
Havadan yerlere mütemadiyen taş, toprak yağıyor ve bu meyanda parçalanmış
insanların muhtelif uzuvları, kol, bacak, kemik semadan düşüyor!”19
“Lağımda kalanlardan istihkâm onbaşısı çıkıp kurtulmuş. Ah! Böyle
ölmek kadar kötü ölüm yoktur. Öldüğünü göre göre ölmek!... Rabbim, sen
kimseye gösterme”.20
Savaşlarda ölenler çoğunlukla genç insanlardır. Kendilerine mutlu bir
gelecek hayali kurarken, talih onları cephelere sürüklemiştir. İster dost ister
düşman olsun genç bir insanın ölümünü görmek hisli yüreklerde onulmaz acılar
doğurur. Hele bu ölümlerin sayısız denecek raddelere varması Türk askerinin
vicdanını da sarsar.

18 İncesu 2001, 335. 19 Mustafa 1998, 63.
20 Mehmed Fasih Bey 1997, 128. 
159
“Üstü kapalı, araziye benzetilmiş, ancak gözle görülebilmesi için ufak
tulani deliği olan gözetleme yerinden cepheyi, düşman müdafaa hattını tetkike
başlayınca müthiş bir manzara ile karşılaştım. Bizden evvelki harplerde iki
tarafın zayiatı... İşte ortada düşmanla bizim müdafaa hattı arasındaki sahada
yatıyorlar! Ayağında yeni postal sırtında yeni elbise, elinde az kullanılmış
süngü takılı tüfeğini iki eliyle kavramış, cepheye yeni gelmiş askerler yüz üstü
yatıyor. Başlarından, göğüslerinden aldıkları yaralardan akan kanla elbiseleri
bulundukları mevki, kıpkırmızı boyanmış, takriben iki kilometre uzunluğundaki
saha dâhilinde arazi toprak görülmeyecek kadar insan cesetleriyle dolu. Orada
bulut halinde bir sinek ordusu kaynaşıyor, fena kokular geliyor...
Dürbünle bunları tetkik ederken birdenbire gözüme ilişen bu hazin
manzaranın haşyetinden dürbün elimden düşmüş ve boynuma asılı kayışa
asılmış. Donmuş kalmıştım.
O ne feci manzara idi. İşte orada bütün hayatın beşeri ihtirasların, bir
hiçten ibaret olduğunu anlamıştım”21.
II. Öldürmek
Tabii bir hayat sürerken herkes işinde gücündedir. Günlük uğraşlarıyla
ilgilenir. Arta kalan zamanlardaysa sevdikleriyle vakit geçirir. Aile, çocuklar,
hısım veya akraba insanlarla olmak insana ayrı bir zevk verir. Hatta insan,
hayatın bir gereği olarak hoşlanmadığı veya sevmediği kişilerle birlikte olmak
zorundadır ama istisnai haller dışında hiç kimse karşısındakine fiziksel zarar
vermeyi düşünemez. Üstelik yaralama veya öldürme hem hukukun hem de
genel ahlâkın yasakladığı, cezai yaptırımlar getirdiği faaliyetlerdir. Elbette savaş
durumları hariç! Belki muvazzaf subay ve polis-jandarmanın mesleğinin içinde
bunlar da vardır ancak ya köyünde sabanıyla çiftini süren... Devlet dairesinde
evrak imzalayanlar... Onların eline silah verip “öldür” emri karşısındaki
duyguları ve düşünceleri ne olabilir? Karşısına “düşman” sıfatıyla dikilen
kendisi gibi bir insanın hayatını sonlandırmak nasıl açıklanabilir?
Bizim bunlara verdiğimiz cevaplar şöyle sıralanabilir:
Bir: Karşısında o anda bir “insan” değil de sadece bir düşman ya da hedef
vardır.
İki: Yaşamak için doğal bir refleks olarak karşısındakinin hayatını
sonlandırmaktadır.
Üç: Kendisine bir görev verilmiştir ve o sadece bunu yerine
getirmektedir.

21 Mustafa 1998, 55. 
160
Belki bu cevapları arttırmak mümkündür. Ancak en iyi yanıtı yine bu
durumu yaşayanlar verebilir.
Çanakkale Savaşı’nda o devrin savaş aletleri bakımından en etkilisi
kuşkusuz toplardır. Uzak mesafelerden bunu kullanarak hasmınızı yok
edebilirsiniz. Yaptığı tahribat ancak dürbünle gözlenebilir veya orada neler
olduğu hakkında sadece tahmin yürütürsünüz. Bu itibarla top ateşiyle saldırıda
düşman dediğiniz insanları görmeden yok etmek diğerlerinin yanında biraz daha
masum kalmaktadır.
“Yağmur kesildi. Kumandan ayrıldı. Gitti. Aynayı alarak ben de siperlere
gidip topçu endahtını tarassut ettim. Sahralar dane atıyor. (32) dane attılar.
Çuvalları, mazgalları (Kapalıçarşı karşısında) parçaladılar. İnsanın kendi
topçusunu seyretmek pek ziyade keyif veriyor”.22
Bir de tünellerde patlayıcı kullanılması var ki, bunlardan lağımlar adıyla
daha önce söz etmiş idik. Bunda da yine düşmanla doğrudan bir temas yoktur.
Hazırlanır, zamanı gelince düğmeye basarsınız ve eğer hedefi yok ettiyseniz
kendinizi başarılı addedersiniz.
“21 Ağustos 1331 (3 Eylül 1915): Cephede İngilizlere güzel bir sürpriz
hazırlamıştık. Kaç günden beri kazmakta olduğumuz lağım bitmiş, tamam
olmuştu. Bugün de dinamitle doldurup atacaktık. İngiliz siperlerinin nasıl
havaya uçacağını görmek için sabırsızlanıyorduk.
Her şey hazırlanmış, bütün tertibat alınmıştı. Aksilik bu ya! Bizim fırkaya
ait lağımı patlatacak olan ampermetre her nedense bozuldu. İnadı tuttu, bir türlü
işlemiyordu. Alelacele telefonla komşumuz birinci fırkanın aletini getirttik. Tam
saat birdi. Bir manyeto hareketiyle koskoca toprak kütlesi, birdenbire yukarıya
doğru göbek vererek kabarmaya ve müteakiben de siyah kesif bir dumanla
birlikte bir infilak sesiyle, tayyare gibi havalanmaya başladı. Bizim siperlerin
altında bu lağımlar patlıyorken insanı aptallaştırıyordu. Bunun için lağım
patlaması hiç hoşumuza gitmezdi. Fakat İngiliz siperleri altında lağımın
patlamasını seyretmek o kadar hoşumuza gidiyordu ki dürbünler elimizden
düşmüyordu. Bir-iki dakika İngilizlerin siperlerini toz ve dumandan göremez
olduk. Aramızda bir telefon hattı olsaydı bizim lağımın İngiliz siperleri altında
nasıl patladığını, tesirini sormak isterdim.”23
İbrahim Alâettin Gövsa, 1915 Temmuzu’nda savaş bölgesini ziyaret eden
Türk sanatçı grubundadır. Onlara rehberlik yapan Tümen komutanı Cafer
Tayyar Bey’in aktardığına göre, “çatışmalardan sonra cesetleri gömmek için
ateşkes yapılıyormuş ve birkaç hafta önce yakın bir mevkide düşman tarafından

22 Mehmed Fasih Bey 1997, 179
23 Mustafa 1998, 102. 
161
teklif edilen bir mütareke, rüzgârın bize zararlı olmamasına rağmen,
tarafımızdan kabul edilmiş. Hâlbuki burada rüzgâr zararını yalnız bize münhasır
bıraktığı için düşman mütarekeye razı olmamıştı. Yani kuvvetle yenemediği
askerimizi bu tefessuh içinde bizar ve harap etmek istemişti.” Böyle bir ruh
halindeyken şair askerlerin birinden hayatında ilk defa eline aldığı tüfekle
düşman siperlerine ateş ettiğini aktarıyor. O günü dizelerinde de şöyle
yansıtıyordu:
Bir Kurşun24
Düşmanlarla mesafemiz daraldı,
Beş, on süngü boyu kadar yer kaldı.
Artık dünya bu sahadan uzakta.
O müselsel mezar gibi toprakta
Yeşil ölüm sinekleri sakindi.
İçimize ölüm heybeti sindi
Bir an baktım ileriye mazgaldan:
Yığınlarla pıhtılaşmış, donmuş kan,
Parçalanmış eski, yeni cesetler,
Birer külçe gibi kemikler, etler.
Burda bir kol, orda bir baş, bir bacak,
Çirkin ölüm sırıtmıştı çır çıplak.
Her tarafta gömülmemiş şehitler,
Kanla donmuş, heykel olmuş yiğitler.
Başımızda bomba, tüfek, top sesi,
Alnımızda sanki ölüm nefesi.
Naaşlardan tüten müdhiş bir koku
Bırakmadı bende ne his, ne korku,
Dimağımda o kokunun sıkleti,
Ta içimde düşman kini, nefreti,
Bir an için şahsiyetim değişti,
Bu yaptığım bana uzak bir işti:
Vahşi olmuş, susamıştım ben kana,
Nişan alıp ateş ettim düşmana.....

24 Gövsa 1989, 52-54. 
162
Sanatçı herkesin kabul edeceği üzere hassasiyetleri diğerlerinden fazla
olan insandır. Ancak savaş şartlarının bir şairi bile kimliğinden uzaklaştırdığı
düşünülürse sıradan insanın yapabilecekleri kıyaslansın. Bu sebepten onları
mazur görmek mümkün olabilir. Neticede savaş herkesi değiştirmektedir,
yukarıdaki örnekte görüldüğü üzere insan kendine bile yabancılaşmaktadır.
Herhalde öldürme fiilinin en korkuncu da yüz yüze olanıdır. Hasmının
yüzüne bakarken tetiğe basmak ya da kamayı saplamak belki geçici bir cinnet
haliyle açıklanabilir.
“Bir askerin süngüsünü dişleri arasına sıkıştırmış, düşmandan hıncını
alamamış olacak ki, yerde serili düşman askerlerinin üzerine basarak daha
ilerilere kurşun yağdırıyordu. Ağzında sıkıştırdığı süngüden toplanan kan
çenesinden sızarak yere düşüyor asker ise “Pisler, diyerek ağzında biriken kanı
düşmanın suratına tükürüyordu.”25
“Artık her şey iki metre enindeki siperler içinde hallolunacak! Kim daha
evvel süngüsünü diğerinin göğsüne batırırsa o yerinde kalacaktı. Bir dakika
içinde ya onlar hayata veda etmiş veya biz bir süngü darbesi neticesinde
ebediyen dünyaya gözlerimizi kapamış bulunacaktık. Siperlerimizde bütün bir
insanlığı ve medeniyeti ağlatacak bir hercümerç başlamıştı.
O dakikada ne anaların ak saçları, ne sevgililerin tatlı gülüşleri, ne
sevimli masum çocukların güler yüzleri, kimsenin gözüne gözükmüyordu.
Kâinatın alt üst olduğu bu anda herkesin düşündüğü şey düşmanını yok etmekti.
Siperlerin içinde çarpışan süngülerin şakırtısı bombaların infilakları,
bunun arkasından boğuk boğuk sesler, feryatlar, iniltiler, ah!... of!... Ve bu
meyanda İngilizce kesik kesik bir takım laflar yükseliyordu. Binlerce insan
boğaz boğaza gelmişlerdi. Herkesin gözleri bir yangın gibi ateş saçarak kan
çanağına döndü. Siperlerde bir kıyamettir gidiyor. Orası bir mahşerdi.
Kilometrelerce uzunluğundaki bu toprak kovuklarında akıllara durgunluk
verecek kanlı bir boğazlaşma başlamıştı.
Binlerce insanın üstü başı mezbahadan çıkmış gibi kan içindeydi.
Hasmını yok etmek için şuurunu kaybetmişçesine birbiriyle vuruşan insanların
boğuşması yarım saat devam etti. Bazı siperlerde mahvolan küçük kıtaların
yerine takviye kıtaları gönderiliyor; bazı yerlerde ise düşman kâmilen yerlere
serilmiş yüzüstü yatıyordu.
Siperlerimize giren düşmandan çoğunun süngüden geçirilmesi üzerine,
orada barınamayacağını anlayan geri kalanların siperlerimizi terk ederek kendi
hatlarına kaçtıklarını görüyorduk.

25 İncesu 2001, 321. 
163
Şimdi anlaşılması lazım gelen bir şey vardı: Acaba tekmil siperler,
askerimizin elinde mi? Bunu henüz kimse bilmiyordu. Siperlerin içi daha
vücutları soğumamış, yaralarından kanlar sızan ölülerle ağzına kadar dolmuştu.
Bir o kadar da üst üste yatan yaralılar vardı. Bir gün evvel bir insan boyundan
daha yüksek derinlikte bulunan siperler şimdi gezilemeyecek kadar cesetlerle
yükselmişti. Orada burada, bombadan parçalanmış kafalar, dışarıya fırlamış
bağırsaklar, terse dönmüş bacaklar, parça parça olmuş kollar bir kat Türk, bir
kat İngiliz ölü ve yaralıları bir enkaz halinde yığılmış duruyordu.”26
Türkiye’de tarih araştırmaları konusunda en önemli eksiklerden birisi
olayların canlı şahitlerinden derleme yapılmamasıdır. Günümüzde kaynak
kümesi olarak bunların değeri daha iyi anlaşılmakla birlikte geçmişte aynı
özenin gösterildiğinden söz edilemez. Buna rağmen Ruşen Eşref Ünaydın’ın
1916’da Yeni Mecmua için gerçekleştirdiği mülakatlar bu eksiği bir nebze olsun
gidermektedir. Ruşen Eşref, Çanakkale’de savaşan Anadolu insanlarını bulmuş
ve yaşananları anlatmasını istemiştir. Onlardan birisi de Hüseyin oğlu Mustafa
Onbaşı’dır: “İşte asıl ateşe şimdice gireceğiz. Kirte köyünün altında, şimdice,
altmışıncı alay sağımızda taarruza başladı. Ondan sonra bizim arkamızdan
şiddetli hücum emri geldi. Biz hücuma kalktık, şimdice; düşman şiddetli ateş
peydah etti. Bizim tabur kumandanımız “Haydi; bu şiddetli ateşe karşı fedai
çıkacak yok mu?” dedi. Bizim birinci taburdan elli kişi kadar çıktık, biz...
Düşman bize şiddetli ateş atıyor... Biz bir iki şehit verdik, düşmanın istihkamını
tutuncaya kadar... Hem atıyoruz, hem hücum ediyoruz!... Düşman her ne kadar
bize ateş ettiyse de önümüzü alamadı. İstihkamdan püskürdü; şimdice birazları
istihkamdan çıktı, kaçtı. Birazları, içinde kaldı. Onları arkasından süngüledik.
Kafir, kum torbasına sarılıyor ki öte yana kaçacak, deniz tarafına!... Biz hepsine
süngülerle saldırdık. Beline beline süngüledik. Halâ benimki yağırnısına geldi...
- Yağırnı diye neye diyorsun?
 Eliyle belini göstererek: - Hani şu bel kemiği yok mu? Ona biz yağırnı
deriz... Süngü kırıldı...”27
Seddülbahir-Kirte cephesinde savaşan Alioğlu Mehmet Çavuş ise bir
Fransız subayıyla dövüşünü anlatırken amacının onu öldürmek olmadığını
ancak kendisi de vurulunca başka çaresi kalmadığını dili döndüğünce
anlatmıştır:
“-Düşman irelden gaalibâ gelmiş. Biz de yakın olduğumuz için yine emir
verdiler; yine hücum ettik. Gündüz öğleyindi. Güneş vardı. Hava gayetle çok
sıcaktı. Yüzbaşımız mecruh gitmişti. Hayri Efendi de şehit düşmüş idi. Bölüğün

26 Mustafa 1998, 72.
27 Ünaydın 1990, 10-11. 
164
idaresi bize kalmış idi. (Az düşündü ve önüne bakarak): “yani bana kalmış idi”
dedi. Emir üstüne yine Donuz deresine indik. Ordan hücum ettik. Hücum ettik.
Hücum edince düşmanla hepimiz birbirimize karıştık; karışınca benim karşıma
bir Fransız zabiti geldi. Ve efrad da birbirini süngülüyordu.
-O zabitin Fransız olduğunu nereden anladın?
- Sonra markasını aldım, gösterdim. Fransız çıktı. Ben de ordan anladım.
-Demek ki öldürdün onu.
-Ben istiyordum ki onu düşürtmeyi.
-O ne yaptı?
- Daha süngüyü saplamaya tahammül edemedim. Tüfeğimin ucunda
süngüm takılı olduğu halde tüfeğimi attım. Yani kurşunla vurdum. Çünkü
tüfeğim doluydu.
- O nasıl hücum ediyordu?
- O zabit de tam benden yana geliyordu. Velakin pek de yanaşmak
istemiyordu. Kendi efradından geri kalanlarına kaçmayın gibilerde kılıç
vuruyordu. Sonra bizim mermi isabet edince o düştü. Düşünce kılıcı elinden
düştü. Belinde loververi varmış. Benim tüfeğin ucundan da, ben tüfeği atınca,
süngüsü fırladıydı. Sonra ben üstüne varırken kendisi loververi bana attı.
Loververi atınca sol kolumdan vurdu. Dabancasının kurşunu epeyce öbür
tarafından geçip de pek zarar vermedi. Yani loververinin pek darbı yokmuş.
Onların kendi askerleri de bir iki geriye kaçtı; bir ikilerini de geberttiler. Bizim
askerlerden düştü bir iki kaç tane şehit... loververini aldıktan sonra kurşunların
yedisini de leşine boşalttım.
- Neden?
- O beni vurdu diye bir hiddetime gittiydi. Hatta mermisi de cebimdedir.
Bu mermi”28.
Açıklanmaya çalışıldığı gibi artık savaşta karşınızda insan yoktur; hedef
vardır, düşman vardır! Sayılar artık önemini yitirmiştir. Hatta yok edilen
düşman sayısı ne kadar fazlaysa başarı o kadar fazladır. Bu örneklerden birinde
Münim Mustafa, alay kumandanı ile askerinin arasındaki konuşmayı
naklederken düşmandan hiçbirinin sağ bırakılmadığını gururla naklediyordu.
-Sen büyük taarruzda hangi siperde idin? Kaç düşmanla uğraştın?
-Efendim... Dedi. Bizim takım Kanlısiper’in yanında idi. Topçu
bombardımanı kesilir kesilmez siperlerimize hücum eden düşmanla boğuşmaya
başladık. Takımdan sekiz kişi kalıncaya kadar siperlerimize giren İngilizlerle

28 Ünaydın 1990, 24-25. 
165
dövüştük. Süngü sallamaktan kollarımız yorulduğu vakit düşmanın boynuna
atılarak boğazladık. Dermanımız kesilinceye kadar uğraştık. Siperlere giren
düşmandan bir tane kaçırmadık; sayısını bilemem! 29.
Burada şunu da açıkça belirtmek gerekir ki, yukarıda verilen örnekler her
ne olumsuz gibi görünse de Türk askerinin bu fiillerden hoşlandığı iddia
edilemez. Zira Çanakkale Savaşı kahramanlarından Atatürk’ün de dediği gibi
“millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir”. Türk askeri de
komutanı da yaşananların farkındaydı ve üslendikleri bu görevi layıkıyla yerine
getirmeye çalışmışlardır.
III. Ölülerin Gömülmesi, Mezarlar
Çanakkale savaşlarının en büyük mücadelelerinden birisi de cesetlerden
yayılan kokulara, bunlardan kaynaklanan sineklere karşı hem moral hem de
fiziki olarak verilmiştir demek yanlış olmaz. Adımınızı attığınız her yerden bir
ceset çıkıyor bunların görüntüsü bile insanın ruhiyatını bozmaya yetiyordu:
“Yüzbaşımla siperleri gezmeye gittik Gezdirdim. En tehlikeli yerlere
kadar girdik. İleri hat pek harap. Yerde bulduğumuz boş kovanları, şarapnelleri
topluyoruz. Bir kovanı alırken yanında bir kaç sinek çıktı (uçtu). Biraz
karıştırdım. Birçok sinekler çıktı. Yüzbaşıma “Burası sinek yuvası” dedim.
Fakat biraz karıştırınca burasının bir sinek yuvası değil, sümme tedarik
(rastgele) üzeri örtülmüş bir şehit mezarı olduğu meydana çıktı. Etleri çürüyor
ve üzerinde kurtlar akıyordu. Çekildik. Ah! Ey her yeri yokluk olan dünya!”30.
 “Bu mıntıkanın bizi rahatsız eden iki özelliği daha var. Ceset kokusu ve
ölülerin üstünde toplanan sineklerin korkunç yekûnu. Bardakların üzerini bir
mendille kapamadan su içmek mümkün değil. Ölüler, günlerce, hatta haftalarca
gömülmeden, açıkta kaldıkları için, kokmuşlar.
Havayı o kadar ağır ve mide bulandırıcı bir koku kaplamıştı ki insan, her
yaptığı nefes alma ve verme hareketinde derin bir ürperme hissediyor. Bu
ürperme vücudumuzun ve duygu hassalarımızın tahammülü haricinde...
Öğürmemek için, mümkün olsa teneffüs bile etmeyeceğim.
Sineklere gelince miktarları milyarları aşan bu rahatsız edici mahlûklar,
cesetlerin üstünde vızıldayarak dolaşıyorlar, ölülere konuyorlar, tekrar
havalanıp yine vızıltılarına başlıyorlar.
Sonra yemyeşil bir küf rengi bağlayan hareketsiz yüzlerin çürümüş
dudaklarına adeta yapışıyorlar. Manzara iğrenç; fakat bu kadarla da kalmıyor...

29 Mustafa 1998, 120.
30 Mehmed Fasih Bey 1997, 89. 
166
Bir yudum su içecek olsanız bardağa sudan evvel sinekler doluyor. Bardağın
ağzına bir mendil, bir tülbent koymak suretiyle; yani ilkel bir filtre yaparak;
suyu boşaltmak ancak mümkün oluyor. Lakin tülbentin yardımı ile su
doldurulan bardağı; ağzı açık olarak dudaklarınıza götürmek de mümkün değil.
Karasinekler bu kısacık an ve mesafe içinde, bardağa öyle bir saldırıyorlar ki...
suyu, bardağın ağzındaki tülbenti kaldırmadan içmeye çalışmaktan başa çare
yok.”31
Savaş birbirine çok yakın mevzilerde düğümlenip kaldığı için
görünmemek için ancak geceleri sürdürülebiliyordu. Buna karşılık gündüzleri
bir gece önce ölenler açıkta güneşin kavurucu sıcakları altında kalıyordu.
Bunları gömmek için ise yeterli zaman yoktu. Bir müddet sonra cesetler
çürümeye başlıyor ve etrafa dayanılmaz kokular saçıyordu. Ancak tanıkların
aktardığına göre rüzgâr Türk mevzilerine doğru eserken düşman ateşkese
yanaşmıyor, manevi olarak hasmını yıpratmaya çalışıyordu. Elbette bu durumun
tersine döndüğü anlar da oluyor bu kez işgal güçleri aynı durumda kaldıklarında
savaşmaya ara verilerek ölülerin gömülmesi işlemi başlıyordu.
 “Havanın sıcak olması yüzünden cesetler kokmaya başlamış, ortalığı
kötü bir koku kaplamıştı. Ben elimdeki kolonya şişesinden mendilimi durmadan
ıslatıp burnuma tutmak sureti ile ancak dolaşabiliyordum. İşte o vakit
anlamıştım ki, İngilizleri mütareke isteğine zorlayan şey bu kokudur. Şüphesiz
yaralıların iniltileri de bir sebebi ama gerçek sebep İngiliz siperlerinin önlerinde
yığılan cesetlerin kokması olmuştu. Zavallı şehitçikler süngüler ile
yapamadıklarını cesetlerinin kokusu ile yapmak istiyorlarmış gibi bir hâl... Eğer
ateşkes yapılmamış olsaydı ihtimal ki İngilizler bu kokudan siperleri bırakıp
kaçmak zorunda kalacaklardı.”
“Amerikalılar henüz savaşa girmemişler, onlardan bir gazeteci bizi
ziyarete gelmişti. Ölü ve yaralılar yüzünden o kadar çok sinek peyda olmuştu ki
sofrada yemek yenirken birkaç asker sinekleri kovmaya memur edildi. Durumu
gören gazeteci nihayet dayanamayıp dedi ki:
-Anlıyorum... Siz İngilizlerle başa çıkacaksınız... Ama bu sineklerle başa
çıkamayacaksınız.32”
Açıkta kalan cesetlerin görüntü ve kokularının ortaya çıkardığı olumsuz
sonuçlar manevi yıkımla da sınırlı kalmamış, çeşitli hastalıkların yayılmasına da
zemin hazırlamıştı. Sokrat İncesu askerleri bekleyen tehlikeyi şu satırlarla
açıklıyordu: “1915 yılının Haziran ayındayız, siperlerimizde leş kokularından
asker rahatsız ve hasta vaziyette. Bu sebeple dizanteri baş göstermiş, alayımızın

31 Conk 2002, 144-145.
32 Altay 1970, 106. 
167
geriye çekileceği hakkında söylentiler dolaşmaya başlamıştı. Burada askerlerin
rahatsızlanmasına, cesetlerin etrafa yaydığı ağır koku sebep oluyordu. 33
Elbette bu kadar kötü bir ortamın meydana çıkmasına sebep olan
cesetlerin bir şekilde ortadan kaldırılması da gerekiyordu. Bu amaçla askerler en
çok zorlandıkları görevi yapmaya mecbur kalıyordu. Ölülerin gömülmesi. Bu
işlem için aslında ne yeterli malzeme ne de zaman vardı. Çoğunlukla cesetler
toplu halde bulunan çukurlara bırakılıyor ve üzerlerine ancak birkaç kürek
toprak atmak suretiyle gömülmeye çalışılıyordu.
“Nihayet bir an geldi ki siperlerden çıkarılan ölüleri köşe, kıyı bucak
almaz oldu. Her taraf dolmuştu. Alay karargâhı civarında, benim zeminliğin
karşısında biraz genişçe bir saha bulduk. Alelacele büyük büyük açabildiğimiz
çukurlara ölenlerimizi ve bu meyanda düşman ölülerini yerleştirmeye ve
üzerine de toprak çekmeye başlamıştık.”34
İsmail Hakkı Sunata, Çanakkale’ye dair anılarını en açık şekilde yazan
askerlerimizdendir. Bazen kurduğu cümleler aykırı gibi görünse bile yaşananları
en çıplak şekliyle gözlerimizin önüne serer: “Akşam yaklaşmıştı. Beni binbaşı
çağırdı: “Maiyetine yirmi kişi vereceğim, geride bütün İngiliz ölülerini
gömeceksin.” Ölü gömmek can sıkıcı şey. Ne çare, emir, emirdir. Hem de
bulacağım ehemmiyetli şeyleri kaybetmeyeceğim. Kazma da yok elimizde.
Portatif kazma küreklerle bu işi görmeye çalışacağız. Büyük kazma ve kürekler,
siper kazmaya gönderilmiş. Sade birkaç büyük kürek verdiler.
Vakit geldi. Yirmi neferi ve kürekleri alarak dışarı çıktım. Henüz
alacakaranlık. Ama insan uzaktan pek fark edilmiyor. Neferleri onar adım
aralıkla açtım. Böylece araziyi tarayacağız. Kimin önüne bir ceset çıkarsa haber
verecek, onu hemen gömeceğiz. Sonra yine yürümeye devam edeceğiz.
Yürüyüş başladı. Biraz sonra: Dur! Dediler. Ses gelen tarafa gittim. Dayanılmaz
bir koku. Bir İngiliz ölüsü boylu boyunca yatmış. Toprak kaskatı, kürekle
kazılmıyor. Neferlere tutun solumuzdaki hendeğe götürelim” dedim. Herkes
tiksinir, ben tutamam, korkarım, der. Neferlere bağırıp çağıracak yer değil.
Israrım üzerine birkaç nefer, ölünün paçasından yakaladılar, sürümeye
başladılar. Götürdük hendeğe koyduk, üzerine de biraz toprak. Hey gidi insan
vücudu hey.
Tekrar hareket. Birkaç adım sonra bir daha, daha sonra bir daha. Hepsini
hendeğe götüremiyoruz. Kürekle toprakta bir yuva açıyor, cesedi oraya itiyor,
üzerine biraz toprak atıyoruz.

33 İncesu 2001, 313, 317. 34 Mustafa 1998, 78. 
168
Bir ara “Bir şehit” dediler. Bizim zavallı bir nefer. O da İngilizler gibi
kokmuş. Ve günlerdir İngiliz ölüleriyle kardeş kardeş yatmış, hiç kavga
etmemişler. Hey Allahım, demek insanları kavgaya sürükleyen hayat denen şey.
Ölünce hepsi sessiz, sakin, birbirlerine saldırmadan yatıyorlar. Sağlıklarında da
böyle iyi geçinseler ya.
Ölülerin hepsinin silahları alınmış. Kazma bulunmaması işi zorlaştırıyor.
Hele birisi öyle kokmuş, öyle kokmuş ki, yanına yaklaşan neferin biri bu
kokudan bayıldı. Ben burnuma mendil bağladım. Ölünün ayağından tuttular,
koptu, kolundan çektiler, koptu. Acaba insanların hepsi aynı şekilde
çürümüyorlar mı? Bu adam çürümede neden aceleci? La havle! Çektim. Hemen
oracıkta üstüne mümkün olduğu kadar toprak attık”35.
 Bazen bu görevin yerine getirilmesi için insanî duyguların sınırlarını
zorlayan yöntemlere bile başvurulması kaçınılmazdır.
“Cephenin vaziyeti cidden feci idi. Süngü muharebesinin cereyan ettiği
iki siper arası taze leş ve yaralı dolmuştu. Bilahare günlerce arada kalan bu
cesetler, güneş karşısında şişmiş ve patlamış olduğundan tahammül edilemez bir
koku neşretmeye başlamış ve İngilizler tulumbalarla gaz ve benzin serperek bu
cesetleri yakmış ve böylece temizlemeye muvaffak olmuşlardı”
36.
Ölülerin gömülmesi konusunda en medeni davranış ise taraflar arasında
geçici bir ateşkes yapılıp, insan onuruna yakışır bir şekilde defnedilmelerini
sağlamaktı. Bu ateşkes anları iki tarafın askerlerinin birbirine silah
doğrultmadan karşılaştıkları nadir anlardandı. Bu karşı tarafın durumunu görüp
anlamak isteyen komutanlar için de fırsattı. Bu amaçla üst rütbeli subaylar er
kıyafetine girip istihbarat toplamaya çalışıyorlardı. Aynı zamanda kendi
üstünlüğünü kanıtlamak isteyen taraflar en iri ve güçlü askerlerini ortaya
çıkarırlar, bir müddet bakışmalardan sonra askerlerin şakalaştıkları dahi olurdu.
22 Mayıs 1915 günü de öncelikle üst düzeydeki komutanların
görüşmelerinden sonra ölülerin defnedilmesi için bir ateşkes sağlanmıştı. Türk
tarafından denetçi olarak Fahrettin Altay görevlendirilmiş, o da en seçme
askerlerini alarak siperlerden çıkmış ve düşmanla ilk dostça teması sağlamıştı.
“Gece ertesi gün için gerekli hazırlıklar yapıldı. Cesetlerin en çok
bulunduğu cephenin orta kısmının ateşkes orta hattına bizim karargâh muhafız
taburunu memur ettik. Bu takım teğmen Rakım (Emekli Yarbay) komutasında
kırk seçme askerden kurulmuştu ve hepsi pehlivan gibi olan bu delikanlılara
yeni elbiseler giydirilmişti. Ertesi gün (24 Mayıs 1915 sabahı) saat 8’de
mütareke tatbik komisyonları beyaz bayrak kaldırarak siperlerden çıkıp

35 Sunata 2003, 155-156.
36 Mülâzım Mehmet Sinan 2006, 40. 
169
birbirleri ile tanıştılar, arkalarından da mütareke orta hattını teşkil edecek
askerler çıktı. Bizim komisyonun başkanı Mustafa Kemal’in kurmay başkanı
olan İzzettin (Çalışlar) idi. Komisyonların ve orta hat askerlerinin ortaya
çıkması ile ateşkes kendiliğinden kesildi, ortalığı derin bir sessizlik sardı,
düşman gemileri de görünmez oldular. Bir İngiliz bir Türk eri aralıkla dizilip
orta hattı teşkil ettikçe iki taraf sıhhiye askerleri meydana çıkıp cesetleri ve
silahları taşımaya başladılar.
İş görecek erlerin arasına bazı kumandan ve subaylar da er elbisesi
giyerek katılmışlardı. İki taraf komisyonları bir taraftan çalışırken bir taraftan da
bu dar yerde siperleri birbirlerine göstererek gülüşüp duruyorlardı. Cesetlerin
hemen hepsi bizim olduğu için İngilizlerin kendi taraflarından bunları alıp bizim
tarafımıza bırakıyorlar bu suretle de bizim sıhhiyecilerin işi iki misline çıkıyor,
bir de bunları bizim tarafımıza taşımak lazım geliyordu. Bu yüzden bizim
sıhhiye erlerinin sayısını iki misline çıkarmak zorunda kalmışlardı. Öğleden
sonra ortalık daha da kalabalıklaştı ve Avustralya-Yeni Zelanda kolordusunun
İngilizce kelimelerinin ilk harflerinden meydana getirilip Anzak adı verilen
askerleri o vakit tanıdık sevimli ve güler yüzlü insanlardı”
37.
Ancak ölülerin gömülmesi bile bazen işe yaramıyordu. Güçlü mermiler
toprağı kaldırıyor ve gömülü cesetler dışarı fırlıyordu. Bu akıllara durgunluk
veren sahnelere tanık olmak insanın aklını kaybetmesine yol açacak dereceydi:
“24 Mayıs 1915 Alay karargâhı civarında bir şehitlik yapmışlar. Cesetler
derince gömülmediği için, mermiler mezarlığa düştükçe ölüler, öbür dünyanın
sırrına ermişler gibi, yeniden toprağın üstüne çıkıyorlardı. Hatta bazılarının
kolları, bacakları başımıza düşüyordu.
Hem bu ceset parçalarını, hem de gömülmemiş şehitleri defnettirdim.
Yaralı yuvalarını genişlettim. Siperleri ve etrafı takviyeye, temizletmeye
başladım. Tel örgülerin hemen yapılmasını emrettim”38.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türk insanı geleneğinden, köklerinden
gelen metanetini korumayı başarmıştı. Her ne kadar Türk şehitliklerinin
savaştan sonra düzenlenmesi zaman aldıysa da o günleri yaşayanlar
kaybettiklerine karşı duydukları saygıyı daima muhafaza etmişlerdi.
“Biraz da benim doktor ile konuştuk. Buradan tekrar efradın yanına
geldim. Gelip geçerken buradaki zeytinlikte yatan şüheda bana pek ziyade tesir
ediyor. Kalbim bana öyle söylüyor ki; bunlar harpten sonra dirilecekler.
Ya rab! Sen kalanlara merhamet et! Onları muhafaza eyle Allahım!39.

37 Altay 1970, 101-103.
38 Conk 2002, 122-123.
39 Mehmed Fasih Bey 1997, 231. 
170
“Zeki Bey (Soydemir) yaralanmış, iyi olup gelince kendisini görmeye
gitmiştim. Karargâha dönerken bir askeri siper kazarken gördüm, cephane
sandığını da parçalamış uğraşıp duruyor, siperden çıkarken toprakları siperin
önünde yatan bir şehidin üzerine atıyordu. Şehidin dizlerine kadar olan kısmı
kapanmış, diğer kısmı açık kalmıştı.
“-Ne yapıyorsun...?” diye sorunca.
“-Kumandanım baksanıza garibin ayakları açıkta kalmış, bu sandık
parçalarını çakıyorum set olacak üzerine de toprak atıp ayaklarını örteceğim...”40
İşte bunlar bizim okuması yazması yok ama insanlık duyguları kuvvetli
askerlerimizdi.
Sonuç
Açıklanmaya çalışıldığı üzere 1915 Çanakkale savaşlarında Türk
tarafının insan kaybı büyük olmuştur. Türkiye’yi aydınlık bir geleceğe taşıyacak
gençliğin bu cephede yitirildiği bir gerçektir. Savaş hakkında yazılanlara
bakıldığında bu kaybın istatistikî bir veri gibi algılanması durumun vahametinin
layıkıyla anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Oysa her birinin ailesi, yakınları,
dostları ve gelecekle ilgili güzel hayalleri göz önüne alındığında, bunlardan
mahrum kaldıklarını düşünmek savaşın sosyal ve psikolojik sonuçlarını yeniden
yorumlamamızı gerektirir.
Yukarıda verilen örneklerin neredeyse tamamının iç karartıcı anlatımlarla
dolu olduğu görülmektedir. Ancak bu konunun layıkıyla anlaşılması için sarsıcı
gerçeklerden daha ders verici bir metot bulunamaz. Nitekim konu savaşsa bunu
sadece destansı hikâyelerle açıklamaya çalışmak ilgilileri bir noktaya kadar
götürebilir. Ancak savaşın diğer bir anlamının da ızdırap olduğunu bilmek ve
tüm insanlığın bundan son derece olumsuz etkilendiğini göstermek herhalde
çıkarılması gereken sonuçların başında gelmektedir. Nitekim henüz yirmi bir
yaşında olmasına rağmen Çanakkale’de savaşan bir askerin kendisi hakkında
yazdıkları bunu biraz daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır:
“Ah! Ben ‘Bu askerlik mesleği kolay. Bunların aldıkları para pek çok’
diyenlerin bu çamur üzerinde bir gece yattıklarını görsem. Acaba onlar yine
böyle söylerler mi? Hiç zannetmem. Çünkü yaşım 21. Fakat saçım sakalım
ağardı. Bıyıklarıma ak düştü. Suratım buruştu ve vücudum çürüdü. Artık eskisi
gibi mesaibe (felaketlere) ve şedaide (sıkıntılara) tahammül edemiyor müteessir
oluyorum. Çünkü Osmanlı Ordusu’nda zabitlik demek evvela bombalara
tahammül demektir.”41

40 Altay 1970, 113.
41 Mehmet Fasih Bey 1997, 137. 
171
Türkiye’de Çanakkale Savaşı’ndaki kayıplar meselesinin tartışılması o
dereceye gelmiştir ki, neredeyse sayının fazlalığı övünülecek bir konu şeklinde
algılanmaya başlanmıştır. Ancak her bir kaybın nasıl acılar içinde meydana
geldiği verilen örneklerden gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. “Bu kadar
kaybın verilmesi gerekli miydi?” sorusu başka bir araştırmanın konusu olabilir.
Ancak savaşın tanıklarından olan H. Cemal’in yazdıkları sanki günümüzde de
süren bir tartışmanın aynası gibidir:
“Kısacası Türk askeri lüzumundan pek fazla harcanıyordu. Ölen kimdi?
MEHMED…
Bu Mehmedlerden ise geride daha pek çok vardı. Mehmed’in davacısı da
yok, sorucusu hiç yok… Zavallı Mehmed’in anasına hükumet, lutfedip söylerse
o da askerlik şubesine oğlunun künyesi gelmiş… İşte o kadar.”42
Yazılanlardan çıkarılması gereken diğer bir önemli sonuç ise üzerinde
yaşadığımız toprakların ne pahasına kazanıldığının ve elde tutulduğunun somut
örneklerle belgelenmesidir. Anadolu’nun her yerinden hatta bütün Türk
coğrafyasından insanlar gelmiş ve devletlerinin, inançlarının, namuslarının
muhafazası uğrunda bütün zorluklara göğüs gererek, hayatlarını feda
etmişlerdir. Bu feda ediş her ulusun göze alamayacağı bir nitelikte gerçekleşmiş
bunun kaynağı da en veciz şekilde savaşın kahramanlarından Mustafa Kemal
Paşa’nın satırlarında ifadesini bulmuştur:
“Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm
muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulamamacasına
kâmilen şehit düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat
ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle, biliyor musunuz?
Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir
fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde
Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler,
 Kelimei Şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini
gösteren, şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki,
Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.”43
Bütün bu bilgiler ışığında son söz olarak şu söylenebilir ki, Çanakkale’de
savaşanlar ölmek için ölmediler. Yaşamak, yaşatmak için öldüler. Bir tezat gibi
duran bu kelimelerin altındaki anlam dikkatlice okunduğunda kendiliğinden
ortaya çıkacaktır ki, Milli Mücadele’yi kazandıran, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşunu hazırlayıp bugünlere gelmesini sağlayan bu cephede verilen hayatlardır.

42 Cemal 1982, 33.
43 Ünaydın 1981, 29. 
172
BİBLİYOGRAFYA
Altay 1970 Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası, İnsel
Yayınları, İstanbul.
Arıkan 2007 İbrahim Arıkan, Harp Hatıralarım, Timaş yayınları,
İstanbul.
Conk 2002 Cemil Conk, Çanakkale Hatıraları II, Arma Yayınları, İstanbul.
Esenkaya 2006 Ahmet Esenkaya, “Çanakkale Muharebelerinde İtilaf
Devletleri’nin Savaş Hukukuna Aykırı Davranışları”,
Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Onsekiz Mart
Üniversitesi Yayınları, sayı:4, Çanakkale, s.
Gövsa 1989 İbrahim Alâettin Gövsa, Çanakkale İzleri, AKM
Yayınları, Ankara.
Cemal 1982 H. Cemal, Ulu Cenk, Tercüman Yayınları, İstanbul.
İncesu 2001 Sokrat İncesu, Çanakkale Hatıraları I, Arma Yayınları,
İstanbul.
Mehmed Fasih Bey 1997
 Kanlısırt Günlüğü, (yay.haz. Murat Çulcu), Arba
Yayınları, İstanbul.
Mülâzım Mehmet Sinan 2006
 Harp Hatıralarım (Çanakkale-Irak-Kafkas Cephesi),
Vadi Yayınları, Ankara.
Mustafa 1998 Münim Mustafa, Cepheden Cepheye, Arma Yayınları,
İstanbul.
Sabah Gazetesi “Hangi Sayı Doğru?”, 21 Mart 2000-İstanbul.
Von Sanders 1999 Liman von Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, Cumhuriyet
Gazetesi Yayınları, İstanbul.
Sunata 2003 İ. Hakkı Sunata, Gelibolu’dan Kafkaslara, İs Bankası
Yayınları, İstanbul.
T.C. Genelkurmay Başkanlığı, Çanakkale Muharebeleri Harp Tarihi Broşürü,
Genelkurmay, 1997-Ankara, 55 s.
Ünaydın 1981 Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa
Kemal İle Mülakat, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara.
Ünaydın 1990 Ruşen Eşref Ünaydın, Çanakkale’de Savaşanlar Dediler
ki, TTK, Ankara.
Hasan Mert
<

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder