BÜYÜK HUN DEVLETİ
Giriş
Yazılı belgelere dayanan Türk tarihi, Hunlar ile başlar.
Hunlardan çok önce Çin’de, Hindistan’da, Mezopotamya’da ve Anadolu’da Türk kültürünün izlerine rastlanmış ise de, Türklüğün eski çağlarına dair araştırmalar henüz tamamlanmış ve kesin bir sonuca ulaştırılmış değildir.
Fakat, eski medeniyetlerden kalan dil örnekleri (msl. Sumerce), bu medeniyetleri yaratan kavimlerin Orta Asya kökenlerine dair sağlam deliller oluşturmaktadır.
Hunlar, tarih sahnesine teşkilâtlı ve güçlü bir devlet olarak çıkmışlardır. Hun Devleti’nin ne zaman kurulduğu kesin olarak tespit edilememiştir. Eski Çin tarihçileri, M.Ö. XIV-IV. yüzyıllar arasında bazen büyümüş, bazen parçalanıp küçülmüş bir Hun Devleti’nin varlığından söz ederlerse de, bu dönemi aydınlatacak tarihî belge bulamamışlardır.1
Tarihin erken dönemlerinde Çinliler, kendi kabuğunun dışına çıkamayan ve kendi devletlerinden başka devlet tanımayan bir millet idiler. Onlara göre Çin, bir "Orta Devlet” (Chung-kuo) idi. Bu devletin etrafı da “barbar” ve düşman kavimlerle çevriliydi.2 Bundan dolayı Çinliler, uzun süre ülkelerinin kuzeyinde bulunan kavimleri birbirinden ayırmaya bile lüzum görmemişler, hepsini “Jung, Ti, İ, Man, Hu” gibi genel isimlerle anmışlardır.
Çin yıllıklarının kesin kayıtlarına göre, Hunlar, ilk defa M.Ö 318 yılında devletler arası mücadelelere katılmaları dolayısıyla görülür. Onlar, bu tarihte dört Çin beyliği (Han, Chao, Wei, Ch’u) ile bir ittifak kurarak, başka bir Çin beyliği olan Ch’in’e (Çin) saldırmışlardır.3 Bu olay bize, M.Ö. IV. yüzyılın sonlarından itibaren devletler arası ilişkilerde yerini almış, güçlü bir Hun Devletinin bulunduğunu göstermektedir. Bu sırada, Hun Devleti’nin merkezi Orhun ve Selenga nehirlerinin kaynak havzası olan Ötüken ormanı (Ötüken yış) idi. Adları, Çin Yıllıklarında “Hsiung-nu” şeklinde söylenmekteydi. “Hsiung-nu” sözü de, “kavim, halk, topluluk” anlamına gelen Türkçe “Kun” veya “Kün” (Hun) kelimesinin4 Çince söylenişi idi. Çünkü, Çinlilerin Hsiung-nu şeklinde yazıp söyledikleri bu topluluğun adı, Soğdça metinlerde ve Batı kaynaklarında genellikle “Hun” şeklinde yazılmıştır.5
. 1050-247 yılları arasında Çin Devleti’ni, soyca Türk olan Chou (Cov) hanedanı temsil ediyordu. Chou Devleti, merkeze şeklen bağlı derebeyliklerden meydana geliyordu. Bu yüzden Chou Devleti kendi içinde bir bütünlük arz etmiyordu. Derebeyliklerin sayısı da gittikçe artıyordu. M.Ö. 500 yıllarında Çin’deki derebeylik sayısı 1000’e ulaşmış bulunuyordu. Derebeylerin hepsi, Chou imparatorlarına karşı bağlılık hislerini tamamen kaybetmiş durumdaydı. Chou hanedanının da bunlar üzerinde hiçbir otoritesi kalmamıştı. Daha doğrusu Chou hanedanı, bunları itaate zorlayacak askerî bir güce sahip değildi. Her biri, bir devlet başkanı gibi müstakil hareket ediyordu. Bu durum Çin’deki siyasî istikrarı bozmuş ve derebeylikler arasında asırlarca sürecek hâkimiyet ve üstünlük mücadelesine yol açmıştır. M.Ö. 481-256 yılları arası Çin’de iç mücadelenin en yoğun olduğu bir dönemdir. Tarihçiler bu döneme, "savaşçı devletler devri” adını vermişlerdir. Bu dönemde Çin derebeylikleri arasındaki hâkimiyet ve üstünlük mücadelesi, genellikle kuzey-güney ekseni ile doğu- batı ekseninde yer alan derebeylikler arasında cereyan etmekteydi.6
Çin derebeylikleri arasında meydana gelen hâkimiyet ve üstünlük mücadelesi, Çin’in siyasî bütünlüğü açısından müspet sonuç vermiştir denilebilir. Zira, derebeyliklerden bazıları, komşu yüzlerce derebeyliği ortadan kaldırmak ve topraklarını ilhak etmek suretiyle güçlü birer krallık haline geldiler. Böylece, M.Ö. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru Çin’deki devlet sayısı 14’e, daha sonra da 7’ye inmiştir. Bu devletler arasında en güçlüleri Kuzey Çin’de ortaya çıkmıştır. Bunlar, "Yen, Ch’in (Çin) ve Chao (Cav) ” devletleridir.
Kuzey Çin’de ortaya çıkan devletler sadece kendi aralarında değil, aynı zamanda Çin’in kuzeyindeki kavimlerle de mücadele etmişlerdir. Çünkü, Kuzey Çin’deki iç mücadeleye, Çin’in kuzeyinde bulunan kavimler de karışmışlardır. Esâsen Çin tarihinde en çetin savaşlar, Kuzey Çin’deki devletlerle kuzey kavimleri arasında cereyan etmiştir. Çin’in kuzeyinde "Hien-yün veya Hun-yü” adıyla anılan Hun Türklerinin ataları bulunuyordu.
;
A.Hun-Çin Mücadelesi ve Sonuçları
Hun ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayanıyordu. Tarım ve diğer ekonomik faaliyetler az denecek kadardı. Hayvanlardan elde ettikleri ürünler ise, Hunlara uzun süre geçinmeleri için yetmiyordu. Daha başka ürünlerle desteklenmesi gerekiyordu. Öte yandan, Çin ülkesi tarım ürünlerinin bolluğu ve çeşitliliği bakımından son derece geniş imkânlar sunmaktaydı. Bunu fark eden Hunlar, gözlerini Çin üzerine çevirdiler. Onlar, yaşayabilmek ve geçinebilmek için Çinlilerin birikmiş mallarını ve servetlerini ellerinden almak zorundaydılar. Böylece Hunlar, ekonomilerinin eksiğini, sık sık düzenledikleri akınlarla Çin’den temin etme yoluna gitmişlerdir. Üstelik, Çinlilerin kolay bir av oluşu, Hun Türklerini bu akınlara özendirmiş ve teşvik etmiştir.
Hunlar bununla da kalmamışlar; Çin’in en verimli bölgesi olan "Sarınehir” (Huang-ho) havzasını ele geçirip, akınlarını Çin ülkesinin derinliklerine kadar uzatmışlardır. Bu durum, sonu gelmez Hun-Çin mücadelesine yol açmıştır. Bu mücadele de gittikçe şiddetlenerek, Çinlilerin en büyük meselesi haline gelmiştir
Diğer taraftan, Hun akınları Çin ülkesi için büyük bir yıkım olmuştur. Gerçekten de Hun akınları yüzünden Çin halkının uğradığı zararlar çok büyüktür.
Artık, sınır bölgelerinde ziraat yapılamaz ve ürün alınamaz olmuştur.7 Halk perişandır. Bu durum halkın yakınmalarına ve dövünmelerine sebep olmuştur. Çin yıllıklarındaki muhtasar bilgilerden az da olsa bu tür huzursuzlukların yankılarını bulmaktayız. Özellikle bu döneme ait halkın acı feryatları şiirlere yansıyarak, günümüze kadar gelmiştir. Bu ağıtların birinde halk şöyle feryat ediyordu: "Ne evimiz kaldı ve ne de yurdumuz. Bu, Hunlar (Hien-yün) yüzündendir. Hunlara ve böyle bir tehlikeye karşı niçin tedbir alınmadı.”8 Bu bilgiden çıkan sonuç şudur: Kuzey Çin Hun akınlarının açık hedefi haline gelmiştir. Daha da kötüsü, Kuzey Çin’de Hun akınlarının ve yağmalarının yapılmadığı yer kalmamıştır. Bu durum karşısında Çin devlet adamları yetersiz ve çaresiz kalmışlardır.
Kendi kabuğuna çekilmiş ve kendi devletinden başka devlet tanımamış olan Çinliler, Kuzey Çin’i ele geçirerek, hayatlarını ve ekonomilerini alt üst eden kavimleri daha yakından tanımaya mecbur olmuşlardır. Daha doğrusu, düşmana galip gelebilmek için onu daha yakından tanıma lüzumunu hissetmişlerdir. Sonunda Çinliler, bu akınların düzensiz, dağınık kütleler tarafından rastgele yapılan akınlar olmadığını, aksine mükemmel bir teşkilâta ve iyi eğitilmiş düzenli bir orduya sahip bir kavim tarafından yapıldığını anlamışlardır. Bu kavim de, Çinlilerin daha önce çeşitli adlar altında andıkları "Hun” (Hsiung-nu) Türkleri idi.
Hun-Çin mücadelesi, hem Türk hem de Çin tarihi bakımından önemli gelişmelere yol açmıştır. Bu gelişmeleri şu şekilde belirlemek mümkündür:
1 -) Hun-Çin mücadelesinin etkisi en çok Çinlilerin dünya görüşü üzerinde olmuştur. Çünkü Çinliler, daha önce kendilerine benzemeyen ve kendilerinden olmayan kavimleri "barbar” saymışlar ve haklarında bilgi sahibi olmaya bile ihtiyaç duymayarak, hepsini aynı ad altında anmışlardır. Kuzey Çin’i hedef alan Hun akınları, bu durumu temelinden değiştirmiştir. Artık Çinliler, ülkelerini ele geçiren ve tahrip eden kavimleri daha yakından tanımak ve onlar hakkında bilgi edinmek zorunda kalmışlardır. Böylece dış dünyaya açılan Çinlilerin dünya görüşleri de, esâslı bir şekilde değişmeye ve genişlemeye başlamıştır.
2 -) Çinliler, Hun akınlarını durdurabilmek için büyük emek ve sermaye harcayarak, "Çin seddi” adıyla anılan dünyanın en büyük savunma sistemini meydana getirmişlerdir. Dünyanın hiçbir yerinde ve devletinde, savunma amacıyla yapılmış böylesine muazzam seddin bir benzeri ve örneği dahi bulunmamaktadır. Bu da, zamanın en güçlü, en mükemmel ve en süratli ordusunun Hunlar tarafından eğitilmiş olduğunu gösterir. Öte yandan, Çin seddi ile birlikte Çinliler arasında ilk defa devlet sınırı fikri doğmuş ve gelişmiştir. Ayrıca, bu surlar, Çinliler için hem güvenlik hem de ekonomik bakımdan çok büyük yararlar sağlamıştır.
3 -) Çinliler, son derece muhafazakâr bir millet olmalarına rağmen, Hun akınlarını durdurabilmek ve Hunları sınırlarının ötesine atabilmek için tarihlerinde ilk defa ordularının giyim ve silâhlarında köklü bir reform yapmışlardır.
4 -) Çinli komutanlar, Hunlara karşı yaptıkları her seferin düzenli raporlarını yazmışlar ve bunları ilgili devlet görevlilerine teslim etmişlerdir. Çin devlet arşivinde toplanan bu resmî belgeler, daha sonra Çinli tarihçiler tarafından alınıp düzenlenmek suretiyle Çin Yıllıkları meydana getirilmiştir. Bu yıllıklar, hem Hun hem de Çin tarihi bakımından son derece önemlidirler. Zira, Hunlardan bize kendi dillerinde yazılı belge kalmamıştır. Biz bugün, Hun tarihinin önemli bir kısmını Çin Yıllıkları vasıtasıyla öğrenebilmekteyiz.9
Burada savunma sistemi ve reformlar üzerinde biraz daha durmak gerekir. Çünkü, hem Hun hem Çin tarihinin akışı üzerinde bu faaliyetlerin başlıca rolü bulunmaktadır:
Hun akınlarının önemini ilk kavrayan ve bu hususta köklü tedbirlere başvuran Çin Chao (Cav) Kralı Wu-ling’dir (M.Ö. 325-298). Chao Devleti, Kuzey Çin’de, Tai bölgesinden Kansu bölgesine kadar uzanan Sarınehir (Huang-ho) havzasına hâkim bir devlet idi. Yani, Hun Türkleri ile sınır komşusu idi. Bu yüzden Chao Devleti’ne ait topraklar Hun akınlarının ilk hedefi durumundaydı. Chao Kralı Wu-ling, Hun akınlarını durdurabilmek ve Hunları sınırlarının ötesine atabilmek için Tai bölgesinden başlayıp Yin-şan sıradağları10 boyunca devam eden büyük bir sur inşa ettirdi. Sınır boylarının boşaltılmaması ve Hunlara terk edilmemesi için "Yün-cung, Yen-men ve Tai” gibi "sınır eyaletleri” kurdurdu. Ayrıca, sınır güvenliğini sağlamak için de bir ordu görevlendirdi.11
Devleti’nin savunma faaliyetlerine Ch’in Devleti büyük bir gayretle devam etti. Çünkü, Chao Devleti’nin yaptığı surlar ve diğer tedbirler Hunları sınırlarda durdurmak için yeterli olmamıştı. Birçok derebeyliği ortadan kaldırmak suretiyle Çin tarihinin en güçlü merkeziyetçi idaresini kuran Ch’in Kralı Shi-huang (M.Ö. 221-210), bütün güç ve enerjisini bu savunma faaliyetleri üzerinde topladı. O, tıpkı Chao Kralı Wu-ling gibi büyük emek ve sermaye harcayarak, yeni surlar yaptırdı. Etrafı surlarla çevrili 44 yerleşim merkezi kurdurdu. Bölgeyi Çin nüfusu bakımından güçlendirmek için mahkûmlardan askerî koloniler meydana getirdi. Hunları sınır boylarından uzaklaştırmak için de arka arkaya ordular gönderdi.
Hun akınlarına karşı köklü bir diğer tedbir de Çin ordusunun giyim ve silâhlarında yapılan reformdur. Bu reformu yapan Çin Chao Kralı Wu-ling’dir. Bilindiği gibi, Wu-ling Çin seddini inşa eden ilk hükümdardır. O, sadece surlar ile Hun akınlarının önlenemeyeceğini, ordunun giyim ve silâhlarında yapılacak bir reformla bu tedbirin desteklenmesi gerektiğini anlamıştır. Fakat Wu-ling çok iyi biliyordu ki, Çin toplumunda reform yapmak, surların inşasından daha zor bir işti. Çünkü, Çinliler, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olup, son derece muhafazakâr bir toplum yapısına sahip idiler. Bütün Çin’de Konfüçyanist Felsefe Okulu’nun katı ve muhafazakâr görüşleri hâkimdi. Buna karşılık az da olsa Hukuk Felsefe Okulu adıyla anılan reformcu bir grup vardı. Fakat bu grubun devlet idaresinde ve toplumda etkisi pek azdı. Öte yandan, Kral Wu-ling de muhafazakâr ve gelenekçi bir görüşe sahipti. Fakat o, her büyük lider gibi duygularına esir olmamakta, akılcı hareket etmekteydi. Hunların üstünlüğünü giyim ve silâhlarında görmekteydi. Düşmana, kendi silâhıyla karşılık vermenin önemini kavramış bulunuyordu. Ona göre, Hunlar düşmandı, fakat aynı zamanda iyi bir örnekti. Wu-ling’in amacı, Hun giyim ve silâhlarıyla ordusunu donatmak, bu orduyla Hunları yok etmek ve ülkelerini ilhak etmekti. Kral Wu-ling bu gaye ve düşüncelerle Çin tarihinin en köklü reformunu başlattı: Kral Wu- ling’in emri ile Çin ordusundaki manevra kabiliyeti sınırlı savaş arabaları hizmetten kaldırıldı. Yerine Hunlarınki gibi manevra kabiliyeti yüksek ve son derece hareketli atlı birlikler teşkil olundu. Askerlerin üzerindeki hareketi engelleyen ihram gibi az dikişli, bol ve uzun elbiseler çıkarıldı. Bunun yerine vücudu saran Hun pantolonları, çizmeleri ve başlıkları (börk) giydirildi. Beller de Hun kemerleriyle sıkıldı. Daha da önemlisi ordu Hun silâhlarıyla donatıldı ve Hunların tarzında eğitimlere başlandı.13
Çin Chao ve Ch’in Devletlerinin gerek surlar yaptırmak suretiyle gerekse reform mahiyetinde aldığı muazzam tedbirler etkisini gösterdi. Hun orduları sınır boylarında durduruldu ve hatta sınırların ötesine atıldı. Hunlar, Kuzey Çin’deki Ordos gibi en iyi otlaklarını kaybettiler. Bu durum Hun ekonomisini oldukça sarstı. Daha da kötüsü, Hunlar açlık tehlikesi ile karşı karşıya geldiler. Nitekim Çin Yıllıklarında M.Ö. III. yüzyılın sonuna doğru Hunların komşuları arasında zayıf bir duruma düştükleri belirtilmiştir. Bu sırada Hunların doğu komşuları Tung-hular, güneybatı komşuları Yüe-çiler ve güney komşuları da Ch’in Devleti idi. Hunların başında da, "büyüklük ve genişlik” anlamında "Şan- yü” (veya Tan-hu) unvanını taşıyan Tuman (T’ou-man=Tuman=Duman) bulunuyordu. Tuman, güçlü komşu devletler arasında âdeta sıkışmış bir durumdaydı.
B. Hun Hanedanını Sarsan İç Kriz
. 210 yılında büyük Çin imparatoru Shi-huang’ın ölümü üzerine Ch’in Devleti’nde karışıklık başladı. Tuman, tarihin önüne çıkardığı fırsattan yaralanmasını bildi; hemen ordularını alarak, Kuzey Çin’e indi; eski otlaklarının bir kısmını tekrar elde etti.15 Çin ülkesinin içine doğru yaptığı akınlarla ekonomik durumunu düzeltti. Fakat, her şeyin iyiye gittiği bir sırada, Hun hanedanı ağır bir krizle sarsıldı. Bu kriz, Tuman ile oğlu ve veliahtı Mete (Mao-tun)16 arasında meydana gelmiştir. Daha doğrusu, Tuman oğlu Mete’den veliahtlık yetkisini alıp, yerine başka bir oğlunu getirmek istemiştir. Buna karşılık Mete de, bir darbe ile babasını bertaraf edip, Hun hükümdarı olmuştur. Bu olay, hiç şüphesiz Türk devlet geleneğinde büyük bir inkılaptır. Burada hemen belirtelim ki, Mete’nin hareketi bu inkılapla sınırlı kalmamıştır. O, uzun saltanatı boyunca Türk tarihinin en esaslı ve en kalıcı faaliyetlerini gerçekleştirmiştir. Kanaatimizce, Türk tarihine kalıcı damgasını vuran,etkilerini geniş bir mekan ve uzun bir zaman içinde devam ettirebilen bu dönemin yeniden ele alınması ve Çin yıllıklarının sağladığı destanî nitelikteki bilgilerin yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir..
1. Mete’nin Yetiştiği Ortam
Eski Çin tarihçileri, Hun hükümdarları arasında Mete’nin hayatını ve faaliyetlerini öğrenmek için özel bir gayret göstermişlerdir. Bilindiği gibi, Hun tarihinin yazılı belgeleri Çinli komutanların resmî raporlarından ve verdiklerin bilgilerden oluşmaktadır. Kanaatimizce, eski Çin tarihçileri, Mete hakkında bilgi toplarken ilk defa resmî raporların dışına çıkarak, Hunların kendi bilgilerine de başvurmuşlardır. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, onlar, Mete’nin hayatına ve faaliyetlerine dair elde ettikleri bilgilerin büyük bir kısmını Hun halkının ağzından derlemişlerdir. Bundan dolayı bu bilgiler, olağanüstü motifler ve unsurlarla süslenmiş bir destan niteliğindedirler. Bundan da anlaşılıyor ki, Mete’nin bütün faaliyetleri Hun halkı tarafından o kadar çok beğenilmiş ve takdir edilmiş olmalı ki, onun hayatı ve faaliyetleri bir destan mantığı ve üslubu ile anlatılmıştır. Öyle ki, bu konuda gerçek tarihî olaylarla destanî unsurlar birbirine karışmıştır. Bu yüzden Mete’nin hayatında bazı olağanüstü olaylar bulunmaktadır. Bu olağanüstü olayların arkasındaki gerçekleri anlamak son derece güçtür. Öte yandan kaynağın tek olması, mukayeseye de imkân tanımamaktadır. Ancak mevcut kaynak bilgisinin sıkı bir eleştiri ve mantık süzgecinden geçirilmesi ve yorumlanması ile Mete’nin gerçek tarihî kişiliği aydınlatılabilir. Biz de bu yola giderek, Çin yıllıklarının sağladığı bilgileri tarihî ışığında geniş bir yoruma ve değerlendirmeye tâbi tuttuk. Başka bir ifade ile söylememiz gerekirse, destanî unsurlarla dolu olan bu döneme yoğun bir gayretle açıklık ve kesinlik getirmeye çalıştık.
Burada şunu da belirtmemiz gerekmektedir: Türkiye’de Hunlar ve Mete hakkında yazmaya en ehil ve en donanımlı eski Türk tarihi uzmanı Bahaedddin Ögel’dir. Çoktan ebediyete intikal etmiş olan Bahaeddin Ögel, bize bu hususta anlaşılması zor, anlatımı karışık, geniş bilgi yığınından oluşan, millî duyarlılıkla yazılmış iki ciltlik bir kitap sundu. Bu kitaplar, Hunlar hakkında araştırma yapacaklar için, hiç şüphesiz, sağlam birer temel oluşturmaktadır.
Mete dönemine geçmeden önce, onun içinde yaşadığı ve yetişmesinde başlıca rolü olan ortamı belirtmemiz gerekmektedir: Kaynaklarda Mete’nin içinde yaşadığı ortam, dolayısıyla onun çocukluk ve gençlik hayatı hakkında pek az bilgi bulunmaktadır. Bu hususta ilk bilgiye, Mete’nin M.Ö. 187 tarihinde Çin imparatoriçesine yazdığı mektupta rastgelinmektedir. Bu mektubun bir yerinde Mete kendi hayatının ilk dönemine dair şöyle demektedir: "Irmaklar ve göller arasında doğdum; geniş yaylalarda sığırlar ve atlar arasında büyüdüm; kendimi sık sık sınır boylarında buldum”.17 Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere Mete, geniş yaylalarda yaşayan, hayvancılıkla geçinen ve akıncılık yapan göçebe bir topluluğun çocuğudur. Zira ifade de, göçebe hayatın temel unsurları ve faaliyetleri birer birer sayılmıştır. Bunlar; ırmaklar, göller, geniş yaylalar, hayvanlar ve eski Türk hayatında önemli bir yer tutan akınlardır. İşte Mete’nin hayatına hâkim olan ve onun yetişmesinde rol oynayan bu unsurlar ve faaliyetlerdir. Daha doğrusu Mete’nin hayatını, içinde yaşadığı tabiat, hayvancılık ve akıncılık belirlemiştir.
Mete, özel adlarını vermeden ırmaklar ve göller arasında doğdum demektedir. Bunların Orta Asya’daki hangi ırmaklar ve hangi göller olduğunu kesin olarak bilebilmek mümkün değildir. Ancak, Mete’nin tarif ettiği yerin, Göktürk Devleti’nin merkezi olan Orhun nehri çevresi olması kuvvetle muhtemeldir. Burası hiç şüphesiz Hun hanedan ailesinin kışlık merkezi idi. Fakat Mete’nin çocukluk ve gençlik hayatının en önemli kısmı geniş yaylalarda sığırlar ve atlar arasında geçmiştir. Daha doğrusu Mete’nin hayatında kalıcı etki bırakan faaliyet, konar-göçerlilik (yaylacılık) ve akıcılıktır. Bu faaliyetler Mete’nin ufkunu son derece genişletmiş, ona üstünlük ve hâkimiyet duygusu kazandırmıştır.
hayatının bu ilk döneminde yaylalarda sığır ve at güttüğünü düşünmüyoruz. Fakat onun, yaylalarda geçirdiği uzun yaz günlerinde her Hun çocuğu gibi, "koyunların sırtına binip farelere, gelinciklere, kuşlara, tilkilere ve tavşanlara ok atmak” suretiyle ilk atıcılık eğitimlerini yaparak,18 kendisini yetiştirdiği muhakkaktır. Yine her Hun çocuğu gibi Mete’nin ilk silâh eğitimi, bu çocuk oyunlarıyla sınırlı kalmamıştır. Onun iyi bir silâhşör olarak yetişmesi için bazı Hun beyleri görevlendirilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu beyler de hiç şüphesiz, Mete’ye ata binmenin, kılıç kullanmanın ve ok atmanın bütün tekniklerini ve inceliklerini öğretmişlerdir. Böylece Mete, çocukluk yaşından kurtulur kurtulmaz Çin’e yapılan akınlara katılmaya başlamıştır. Onun, kendini sık sık sınır boylarında buldum demesi bunu açıkça göstermektedir. Mete’nin bu akınlarda mevkiine uygun bir görev yaptığı ve önemli rol oynadığı muhakkaktır.
2. Şan-Yü Tuman’ın Oğlu Mete’ye Kurduğu Komplo.
Çinli tarihçilerin Mete’nin gençlik hayatı hakkında toplayabildikleri en önemli bilgi, bir komplo olayının hikayesinden oluşmaktadır. Hun Hükümdarı (Şan-yü) Tuman’ın (Teoman) oğlu Mete’ye karşı düzenlediği komplo Çin yıllıklarında şöyle anlatılmaktadır:
"Tuman’ın adı Mete (Batur veya Bagatır) olan büyük bir oğlu vardı. Daha sonra o, kendisine bir oğlan doğuran özellikle sevgili bir hanım aldı. Artık o, Mete’yi ortadan kaldırmak ve yerine küçük oğlunu koymak istiyordu. Bu yüzden o, Mete’yi Yüe-çilere rehin olarak gönderdi. Mete, Yüe-çilerin yanında rehin bulunduğu sırada, Tuman ansızın onlara saldırdı. Bu sebepten Yüe-çiler Mete’yi öldürmek istediler; halbuki o iyi bir at aldı ve memleketine kaçtı. Tuman, oğlunun kabiliyetini taktir etti ve idaresine on bin atlı (bir tümen=on bin askerden oluşan büyük bir birlik) verdi”.19
Çin yıllığının verdiği bilgiyi bir daha gözden geçirir ve yorumlarsak, ortaya şöyle bir gerçek çıkmaktadır: Mete, Hun Hükümdarı Tuman’ın ilk eşinden, yani "ulu hatun”dan20 doğmuş büyük oğlu ve veliahtıdır. Tuman, ikinci bir eş almış ve ondan da bir oğlu olmuştur. Fakat Tuman, birdenbire Mete’den veliahtlık hakkını almak ve yerine ikinci eşinden olan oğlunu koymak istemiştir. Bunu da açıkça değil, bir komplo ile dolaylı olarak yapma yoluna gitmiştir. O halde Tuman’ın böyle birdenbire fikir değiştirmesinin ve bunu da dolaylı olarak yapmasının sebebi ne idi? Bunun tek bir sebebi vardır. O da ikinci eşinin Tuman üzerindeki etkisidir. Öyle anlaşıyor ki, Tuman’ın ikinci eşi büyük gayeleri olan son derece muhteris bir kadındı. O, kendi amacı doğrultusunda eşi Tuman’ın fikrini ve davranışını değiştirmiştir. Amacı ise, kendi oğlunu veliaht yapabilmekti. Fakat buna töre engel teşkil etmekteydi. Çünkü, eski Türk devletlerinde taht veraset hukuku ancak hükümdarın ilk eşinden doğan çocuklara tahta çıkma hakkı tanıyordu. Eğer, hükümdarın ilk eşinden doğan oğulları çok küçük yaşta, hasta veya malûl iseler, tahta hükümdarın diğer kardeşlerinden biri çıkmaktaydı. Bu duruma göre, tahtta bulunan hükümdarın birinci eşinden oğlunun ve hatta kardeşlerinin bulunmaması halinde ikinci eşinden doğan çocuğun tahta çıkma şansı olabilirdi. Durum böyle olmadığı halde, Tuman ikinci eşinin etkisiyle küçük oğlunu veliaht yapabilmek için Mete’yi feda etmek istemiştir. Fakat o, bunu açıkça yapamamıştır. Törenin, beylerin ve halkın baskısını kendi üzerinde hissetmiş olmalı ki, niyetini gizlemek zorunda kalmıştır. Zira, Tuman çok iyi biliyordu ki, oğlunun rehin bulunduğu kavme saldırmak, rehinenin ortadan kaldırılması demekti. Görüldüğü gibi, Tuman’ın kurduğu komplo amacına ulaşamamıştır; Mete tam zamanında kaçarak ölümden kurtulmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, Mete, babasının niyetini ve amacını daha önce sezmiş ve onun tercihine karşı gerekli tedbir almayı ihmal etmemiştir. Hatta bu hususta Mete’nin bazı Hun beylerinden yararlanmış olması da kuvvetle muhtemeldir. Gafil avlanmamasına bakılırsa, devletin merkezinde Mete’nin hesabına çalışan bazı beyler bulunmaktadır. Mete, büyük bir ihtimalle babasının Yüe-çilere saldırı haberini bu beylerden daha önce almış olmalıdır.
Yüe-çilerin elinden kaçıp kurtulmasından sonra, hem Tuman hem de Mete, ortada bir komplo yokmuş gibi davranmışlardır. Hatta Tuman, kurduğu komployu tamamen gizleyebilmek ve dikkatleri dağıtabilmek için oğlunun başarısına sevinmiş gözüküp, emrine bir tümen vererek onu ödüllendirmiştir. Tuman’ın böyle birdenbire tavır değişikliğinin altında yine törenin, beylerin ve halkın baskısı bulunmaktadır. Zira, eski Türk devletlerinde ve toplumunda hâkim ve geçerli olan tek güç, töre hükümleriydi. Türk devlet başkanlarının icraat ve faaliyetleri de tamamen töre hükümlerine dayanmaktaydı.
Artık Mete, herkesin gözünde gerçek bir kahramandır. O, gösterdiği olağanüstü başarıyla sadece hayatını değil, devletin ve milletin itibarını da kurtarmıştır. Öte yandan, oğlunun bu başarısına karşı Tuman da ilgisiz kalamamıştır. Eğer Tuman, oğluna karşı eski tavrını sürdürseydi, beylerin ve halkın karşısında büyük prestij kaybederdi. Görüldüğü gibi, Tuman bunu göze alamamıştır.
kurduğu komplo başarıya ulaşmadığına göre Mete hâlâ Hun tahtının veliahtıdır. Hunlarda veliahtlar, hükümdarlık mevkiinden sonra gelen "sol bilge tiginliği”ne (tso hsien wang) tayin edilir ve idaresine de devletin doğu bölgesi verilirdi.21 Kaynakta belirtilmese de Mete’nin "sol bilge tiginliği”ne tayin edildiği muhakkaktır. Ancak Mete’nin bu göreve fiilen emrine bir tümen verildikten sonra başladığını kabul etmek daha doğru olur.
3. Şan-Yü Tuman ile Oğlu Mete Arasında Geçen İktidar Mücadelesi
Hun hükümdarı Tuman, oğlu Mete’yi bertaraf etmek için kurduğu komplonun oğlu tarafından ustalıkla ve olağanüstü bir başarıyla bozulduğunu görünce, tavır değiştirip, onu ödüllendirmek yoluyla meseleyi unutturmak ve kapatmak istemiştir. Mete ise, babasının aksine bu meseleyi unutmak ve kapatmak niyetinde değildi. O, önce kendisinin komşu bir kavme rehin gönderilmesinin ve sonra da bu kavme saldırılmasının ne anlama geldiğini çok iyi kavramıştır. Artık onun, babasıyla arasındaki bağlar kopmuş, kaderleri ayrılmıştır. Daha doğrusu, babasıyla arasında iktidar kavgası başlamıştır. Bu kavgada babası ilk hamleyi yapmış ve kaybetmiştir. Sıra şimdi kendisindeydi. Amacı, zamanından önce babasından Hun tahtını almaktı. Artık Mete’ye hâkim olan ve hareketlerine yön veren duygu, iktidar ihtirasıdır.
Türk tarihinde, veraset hukukunun tabiî sonucu olarak sık sık taht kavgaları meydana geliyor idiyse de, evlâdın babasına karşı böyle bir mücadeleye girişmesi nadir olaylardandı. Gerçi Tuman, oğlu Mete’ye karşı düzenlediği başarısız komplo ile gerekli sebebi önceden yaratmıştır. Tuman’ın tavır değişikliği ise, Mete’nin kararını hiç etkilememiştir. Nitekim o, bu olaydan hemen sonra babasının emrine verdiği tümeni, yine
babasına karşı bir darbe için hazırlamaya başlamıştır. Mete’nin darbe için yaptığı hazırlık ve devlet darbesi Çin Yıllığında şöyle anlatılmıştır:
"Mete, (hedefe giderken) ıslık çıkaran bir ok imal etti. Atlı-okçu birliğinin eğitimi esnasında kendisi bu oku nereye atarsa, erlerinin de hep birlikte o maddeyi vurmaları gerektiğini emretti. Bunu yapmayanın başını kesecekti. Avda, ıslık çıkaran ok nereye atılırsa orayı vurmayan kimsenin başı hemen gövdesinden ayrılacaktı. Bizzat Mete, ıslık çıkaran okunu değerli atlarından birinin vücuduna attı ve bu anda maiyetinden okunu atmaya cesaret edemeyenleri idam ettirdi. O, kısa bir süre sonra oku ile kendi sevgili eşini vurdu. Bu defa da maiyetinden bazıları (bu durum karşısında) donup kaldılar ve oklarını atmaya cesaret edemediler. Bunlar da Mete tarafından idam edildi.
Bir süre sonra Mete, av sırasında ıslık çıkaran oku ile babasının değerli atını vurduğu zaman, maiyeti istisnasız hep birlikte aynı hedefe ok attı. Bu durum üzerine Mete, maiyetine tamamen güvenebileceğini öğrendi. Sonra o, babası ile ava gitti ve Hun hükümdarı (Şan-yü veya Tan-hu) olan babasına ıslık çıkaran okunu attı. Bütün maiyeti de aynı istikamete nişan aldı ve böylece Hun hükümdarı öldürüldü. Bunun üzerine Mete, üvey annesini ve üvey kardeşini, kendisine itaat etmeyen bütün devlet büyüklerini öldürdü ve kendisini Hun hükümdarı (Şan-yü) ilân etti”.22
Çinli tarihçilerin derledikleri bu bilgiler, şüphesiz, gerçek tarihî bir olayın destanlaştırılmış bir ifadesidir. Mete’nin babasına karşı yaptığı devlet darbesi Hun halkı tarafından çok beğenilmiş ve takdir edilmiş olmalı ki, dilden dile, nesilden nesle anlatıla anlatıla ayrıntıları kaldırılmış; bazı olağanüstü unsurlar ve motiflerle süslenerek, hafızalarda uzun yıllar yaşayacak bir destan şekline dönüştürülmüştür. Yukarıda anlatıldığı şekle sokulduktan sonra da Çinli tarihçiler tarafından Hun halkının ağzından derlenip yazıya geçirilmiştir. Bundan dolayı, tarihî hikâyenin içinde bazı olağanüstü unsurların ve motiflerin bulunmasına, daha da önemlisi olayların olağanüstü bir süratle gelişmesine şaşmamak gerekir.
Yukarıdaki metinde Mete’nin babasına karşı yaptığı bir devlet darbesi anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi, Mete, darbeyi birdenbire başlatmamıştır. Olayların seyrine bakılacak olursa, o, önce ayrıntıları iyice düşünülmüş esâslı bir plân yapmıştır. Bu plâna göre, Mete tümenini sıkı ve katı bir eğitimden geçirmiştir. Burada hemen şu soru akla gelebilir. Mete’nin emrine verilmiş olan tümen eğitimli birlik değil miydi? Şüphesiz bu tümen eğitimli bir birlik idi. Fakat Mete, yapacağı iş için bu tümenin eğitimini yeterli ve uygun bulmamıştır. Ona göre, askerlerin duygu, düşünce ve davranışları arasında tam bir uyum ve birlik bulunmalıydı. Bu da ancak özel bir eğitimle sağlanabilirdi. Mete, özellikle bu eğitimle askerlerin duygu, düşünce ve davranışlarını tamamen kendi amacına göre değiştirmek istemiştir. Askerî eğitimde deha sahibi olan Mete, şunu çok iyi biliyordu ki, ancak benzer duygu ve düşünce taşıyanlar ile benzer davranış gösterenler, aynı gayede birleşebilirler. Diğer taraftan liderin ruhu ile emrindekilerin ruhu da tam bir uyum içinde olmalıdır. Eğer bu uyum sağlanmışsa, liderler için uzun sözlere, emirlere ve talimatlara gerek yoktur. Yapılacak işler için bir jest, bir bakış, bir işaret yeterlidir.
Mete, işe, kendisi açısından bir hayli avantajlı bir şekilde başlamıştır. Görüldüğü üzere o, sadece Hun tahtının varisi bir tigin değil, aynı zamanda kendi hayatı ile birlikte devletinin ve milletinin itibarını kurtarmış bir kahramandır. Daha doğrusu o gücünü, kendi yeteneklerinden ve başarısından almaktadır. Çünkü Mete, silâh eğitiminde ve savaşlarda kullanılmak üzere hedefe giderken ıslık çıkaran bir ok icat etmiştir. O, hem gösterdiği kahramanlıkla hem de mucitliği ile üstünlüğünü ve yeteneğini göstererek, Hun halkını ve özellikle tümenini son derece etkilemiştir. Artık çevresi, Mete’ye üstün yetenekli bir lider gözüyle bakmaktadır. Ayrıca, ona inanmakta ve güvenmektedir.
uyguladığı eğitimin temelini "emre itaat, anında karar vermek ve gösterilen hedefi vurmak” gibi bugün de geçerli ilkeler ve kurallar oluşturmaktadır.23 Öyle anlaşılıyor ki, Mete’nin bu eğitimden asıl maksadı, emrindekilere, savaşlarda tek başına görevini tam yapabilecek yeteneği ve alışkanlığı önceden kazandırmaktır. Fakat Mete, ortaya koyduğu ilkelere ve kurallara uyum sağlayamayanlar için son derece acımasız olmuştur. Halbuki, askerler daha işin başında yükümlülüklerini yerine getirmemenin neye mal olacağını çok iyi biliyorlardı. Zira Mete, eğitime başlamadan önce gösterdiği hedefi vurmayanların saf dışı edileceğini açıkça ilân etmiştir. Aksi durum zaten itaatsizlik ve disiplinsizlik anlamına gelecektir. Özellikle askerlik mesleği, diğer mesleklere göre daha fazla disiplin ve itaati gerektirmektedir. Bundan dolayı, Mete’nin, verdiği emri yerine getiremeyenleri, kararsız kalanları ve hedefi vuramayanları ağır bir ceza ile hemen saf dışı etmesini normal bir davranış olarak kabul etmek lâzımdır. Esâsen Mete, birliğini rakiplerine üstünlük yaratacak ilkelerle eğitmiştir. Onun anlayışına göre, birlikleri arasında korkaklara, zayıf iradelilere, yetersizlere ve yeteneksizlere asla yer olmamalıdır. Çünkü, Mete’nin planladığı işler, maddeten ve manen zayıf insanların yapacağı işler değildi. Hiç şüphesiz, bu insanlarla kaybedilenler, kazanılanlardan daha çok olacaktır. Üstelik bu insanlar, yapılacak işlerde başarısız olmakla kalmazlar, yetenekli insanlara da ayak bağı olurlar. Burada bir hüküm vermek gerekirse, Mete’nin bütün eylemleri, işte bu düşüncelerin damgasını taşımaktadır.
Mete, emrindeki birliği eğitirken sadece katı kurallar koymakla kalmamış, bu kuralları birer birer uygulamıştır. Yalnız burada dikkati çeken bir durum vardır. O da, seçilen ve gösterilen hedeflerin hep canlı ve değerli varlıklar olmasıdır. Biz bu canlı ve değerli hedeflerin gerçekten Mete’nin kendi atı, eşi ve babasının atı olduğunu düşünmüyoruz. Bu olayı nakledenler hikâyeyi daha cazip ve etkili hale getirmek için hedef olarak bu varlıkları koymuş olabilirler. Bizim kanaatimize göre, bu hedefler Mete’nin kendi atını, eşini ve babasının atını temsil eden birer nesnedir. Yani asıl varlıkları temsil eden birer semboldür. Aksi takdirde, Mete’nin gerçek niyeti daha işin başında fark edilebilir ve faaliyeti de tehlikeye düşebilirdi.
Eğitim sırasında seçilen ve gösterilen hedeflere bakılacak olursa, Mete, her şeyden önce birliğini hissî davranışlardan kurtarıp, bir inancın ve idealin zaferi için canlarını hiç düşünmeden verebilecek duruma getirmek istemiştir. Mete’nin anlayışına göre, bir dava uğruna en değerli varlıklar bile fedâ edilebilmelidir. Bunun için Mete, hedef olarak seçtiği ve gösterdiği varlıklar arasında az değerlisinden çok değerlisine doğru bir sıralama yapmıştır. Bu sıralamanın en sonunda devletin başı olan Tuman bulunmaktadır. Gerçek hedef budur. Diğerleri ise birer vasıtadır.
harekete geçebilmesi için önünde bulunan en önemli mesele, güvendir. Bağlılığından emin olunmayan bir birliğe, şüphesiz güvenilemezdi. Onun, her şeyden önce birliği ile babası arasındaki hissî bağları koparması gerekiyordu. Çünkü, Mete, emrindeki birliği yabancı soydan bir düşmana karşı değil, kendi babasına karşı hazırlamaktadır. Bundan dolayı o, bağlılığından emin olmak için tümenini türlü sınavlardan geçirmiş ve başarısız olanları birliğinin saflarından hemen ayırmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Mete’nin bu hareketinin özünü, birlikte hareket ve nefsinden fedâkârlık gibi iki temel unsuroluşturmaktadır. Böylece Mete, bütün enerjisini amacına adamış, inançlı, kararlı, sadık, hiçbir engel tanımayan demir iradeli ve disiplinli bir birlik meydana getirmiştir. Zira Mete’nin hareketlerine egemen olan düşünce daima üstün gelmektir.
Mete, eğitim esnasında sadece emirler vermekle yetinmemiştir; verdiği emirleri daima ilk olarak bizzat kendisi uygulamıştır. O, bu davranışıyla kimsenin verdiği emir dışında kalmadığını, daha önemlisi kendisinin emrindekilerle eşit olduğunu göstermek istemiştir. İşte Türk komutanlarını tarihin her devrinde başarılı kılan ve zafere götüren bu özelliktir. Bu özelliği ile Mete, kendisinden sonra gelen bütün Türk komutanlarına örnek olmuştur.
Burada, eski Türk askerî hayatının bir özelliğini açıklamakta fayda görüyoruz: Eski Türk devlet adamları ordu birlikleri ile sık sık av partileri düzenlemekteydiler. Toplu olarak yapılan av partileri, âdeta bir savaş tatbikatı şeklinde geçmekteydi. Ordu birlikleri, bu av partilerinde tıpkı savaşlarda olduğu gibi tertiplenmekteydi. Silâhlarla canlı ve hareketli av hayvanları üzerinde geniş eksersiz imkânı bulunmaktaydı.24 Yukarıya aldığımız kaynak bilgisinden anlaşılacağı üzere, Mete de, emrindeki tümenin eğitim derecesini öğrenebilmek için bu av partilerinden yararlanmış ve bu gaye ile bir dizi av partisi düzenlemiştir. Onun bu av partilerinden biri, babasına karşı girişeceği darbenin son provası şeklinde geçmiştir. Mete, bu av partisinde hedef olarak babasının atını veya bu atı temsil eden bir hedef seçmiştir. Tarihî metinde de görüldüğü gibi, Mete’nin birliği istisnasız aynı hedefe oklarını atmışlardır. Bu duruma göre, Mete de, birliğinin eğitim düzeyinin istediği kıvama geldiğini anlamıştır.
Savaş tatbikatı anlayışı ve düzeninde cereyan eden av partilerinin sonuncusu, bu defa, Mete’nin babasına karşı giriştiği bir devlet darbesine (coup d’etat) sahne olmuştur. Bu av partisinde Mete, ıslık çıkaran okunu babasına yöneltmiş ve böylece darbeyi başlatmıştır. Burada dikkati çeken husus, taraflar arasında, yani Mete ile babasına ait kuvvetlerin eşit olmadığıdır. Çünkü, Tuman’ın büyük bir ordusuna karşılık, Mete’nin sadece bir tümenlik birliği bulunmaktadır. Mete, bu eksiğini, tümenine uyguladığı özel bir eğitimle tamamlamıştır. Zira bir askerî birliğin gücü, onda birlik ve kararlılık ruhu yaratılmak suretiyle birkaç misli artırılabilir. Bu duruma göre hüküm vermek gerekirse, kuvvet, sayıda değil, niteliktedir. Hal böyle olunca, kuvvetler dengesi Mete’nin fazla aleyhine değildir. Fakat kaynak metninin sonunda Mete, "kendisine itaat etmeyen devlet büyüklerini öldürdü” şeklinde bir ifade geçmektedir. Bu ifadeden Mete’nin darbeden az önce babasının emrindeki Hun ordusuna kendisine katılması için bir çağrıda bulunduğu ve Hun ordusunun hiç olmazsa bir kısmının bu çağrıya uyarak, kendisine katılmış olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür.25 Yine aynı ifadeden, Tuman’ın ok darbesiyle öldürülmesinden sonra, Hun ordusunun bir süre daha direnmiş olduğu anlaşılmaktadır. Daha doğrusu, Tuman’ın ölümünden sonra taraflar birbiriyle kıyasıya vuruşmuşlardır. Bu vuruşma da ancak, Mete’nin tamamen üstün gelmesiyle son bulmuştur. Fakat Mete, babasını ortadan kaldırmak ve üstün gelmekle yetinmemiş, devlet ve hanedan içinde geniş çapta bir temizlik yaparak, kendisini ülkesinde tek hâkim güç haline getirmiştir. Böylece Mete ile, Türk tarihinde yeni ve parlak bir sayfa açılmıştır.
. Mete’nin Komşu Kavimler Üzerinde Hun Hâkimiyetini Kurma Politikası
Hun tahtına çıktığı sırada Hun Devleti’nin doğusunda proto-Moğol bir kavim olan Tung- hular, güneyinde Han sülalesinin temsil ettiği Çin Devleti, güneybatısında da Hunlar ile akraba oldukları sanılan Yüe-çiler bulunuyordu. Mete iktidarı devralmadan az önce,babası Tuman tarafından Hun devleti, komşu devletler arasında dengeyi kendi lehine bozacak şekilde olmasa bile, onlarla boy ölçüşebilecek kadar güçlendirilmiş idi. Fakat Tuman’ın, kaynakta çok güçlü olarak vasıflandırılan komşu Yüe-çilere oğlu ve veliahtı Mete’yi rehin olarak göndermesi, bu sırada Hunların bu kavmin vassalı (tâbi) olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Zira, devletler hukukuna göre rehin gönderme klâsik tâbilik alâmeti sayılmaktadır. Fakat, yine aynı kaynakta bu rehin olayı, Mete’nin sessizce ortadan kaldırılması için düşünülmüş bir komplodan başka bir şey olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca bu saldırı hareketi, Tuman’ın son zamanlarında Hun Devleti’nin en az Yüe-çiler kadar güçlenmiş olduğunun da bir kanıtıdır. Zira, zayıf bir devlet, kendi iç meselesini halletmek için güçlü bir devlete saldırmayı hiçbir zaman düşünmez.
1. Tung-Huların Mete’ye Yaptıkları Politik Baskı
Mükemmel bir darbe ile babasını bertaraf ederek, Hun tahtına çıkan Mete, güçlü komşusu Tung-hu kavminin beklenmedik ağır siyasî baskısına maruz kalmıştır. Tung-hular, Hun tahtına genç yaşta birinin çıkmış olmasından yararlanarak, Hun ülkesini istilâ etmek istiyorlardı. Zira onlar, Mete’yi tecrübesiz ve desteğe muhtaç bir delikanlı olarak düşünüyorlardı. Bu düşünce ile, arka arkaya gönderdikleri elçiler vasıtasıyla Mete’den bir dizi istekte bulundular. Bundan maksat, Hunlara saldırmak için bir sebep ve bahane yaratmaktı. Siyasette de kabiliyet sahibi olan genç Mete, politik dehasıyla bu kavmi bir süre ustalıkla oyalamış, sonunda ona lâyık olduğu cezayı vermiştir. Bu tarihî olay Çin yıllığında şöyle anlatılmıştır:
"Mete idareyi ele aldığı zaman, Tung-hular güçlerinin zirvesinde bulunuyorlardı. Mete’nin babasını öldürdüğünü ve bizzat tahta oturduğunu öğrenen Tung-hular, (Mete’nin babası) Tuman’a ait’bin li’ (bir günde 500 km) koşan ata sahip olmak istediklerini bir elçi vasıtasıyla bildirdiler. Mete danışmanları ile görüştü. Onlar, Hunlar için böyle bir atın verilemeyecek kadar değerli olduğunu söylediler. Fakat Mete şöyle konuştu:
- Ben nasıl bir atı komşu bir devletten üstün tutabilirim?
O, (bir günde)’bin li’ koşan atı (T’ung-hu elçisine) teslim etti. Artık Tung-hular, Mete’nin kendilerinden korktuğuna kani oldular. Onlar, Mete’nin hanımını da istediklerini bildirmek için bir elçi (daha) gönderdiler. Mete tekrar danışmanları ile görüştü. Hepsi sinirlenmiş olarak bağırdılar.
- Tung-hularda ahlâk diye bir şey yok. Biz, onlara (hemen) saldırmayı teklif ediyoruz. Bunun üzerine Mete şöyle konuştu:
- Ben nasıl bir kadını komşu devletten üstün tutabilirim?
O, sevgili hanımını tuttu ve Tung-hu elçisine teslim etti. Fakat, Tung-hu hükümdarının haksız istekleri daha da arttı. İki devlet arasında kullanılmayan büyük bir toprak parçası vardı. Burada sadece iki devletin askerî birlikleri bulunuyordu. Tung-hular batıya doğru ilerlediler ve Hunlar ile aralarında bulunan ihmal edilmiş bu ülkeye saldırdılar.
-hu hükümdarı gönderdiği elçi vasıtasıyla Mete’ye ‘benim ve senin sınırlarında askerî birlikler dışında insan bulunmayan bu torak parçası, Hunlara çok uzak; ben bu toprak parçasına sahip olmak istiyorum’ dedi. Mete tekrar danışmanlarına sordu: Bazılarının fikri,bu boş toprak parçası hem verilebilir hem verilemez şeklinde idi. Bunun üzerine Mete, hiddetle parladı ve şöyle söyledi:
- Devletin temeli olan toprağı biz nasıl verebiliriz?
Hem verilebilir hem verilemez şeklinde öğüt verenlerin hepsi, başlarını ayaklarının önünde buldu”.26
Burada, devlet hayatında taviz politikasının sınırlarını göstermesi bakımından örnek tarihî bir olay naklettik. Bu tarihî olaydan anlaşılacağı üzere, Mete, Hun tahtına çıktığı zaman komşu bir devletin ağır politik baskısına maruz kalmış, devlet meclisinin muhalefetine rağmen bazı tavizlerde bulunmuştur. O, komşu devletin haksız ve ahlâk dışı isteklerini karşılarken, atın ve hatunun kendi şahsî malları olduğunu düşünmüş ve bu yüzden devletinin ve milletinin geleceğini tehlikeye atmak istememiştir. Daha doğrusu Mete, iki devlet arasındaki barışı koruyabilmek için, soyuna has bir sabır ve kararlılıkla imkânlarının bütün sınırlarını zorlayarak, her türlü şahsî fedâkârlıkta bulunmuştur. Fakat istenen taviz, şahsî olmaktan çıkıp, devlete ait bir toprak parçası olunca, Mete burada durmuş ve bu hususta tavizkâr olan devlet adamlarını saf dışı etmek suretiyle hemen onları ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Onun anlayışına göre, şahsî mal ve aile gerekirse fedâ edilebilirdi; fakat devlete ait toprak, -kullanılmayan bir yer bile olsa asla- feda edilemezdi. Mete’nin bu düşüncesi, bütün Türk tarihi boyunca ölmezliğini korumuş, Türk devlet anlayışının özünü ve temelini oluşturmuştur.
2. Mete’nin Tung-Huları Cezalandırması
Biraz yukarıda verdiğimiz tarihî metinden anlaşılacağı üzere, Moğol kökenli Tung-hular Hun tahtında meydana gelen değişiklikten kendi lehlerine yararlanmak istemişlerdir. Tung- huların düşüncesine göre, bir darbe ile içten sarsılmış olan bir devletin kendini savunması da o derece zayıf olacaktır. Tarihin sunduğu bu fırsattan yaralanmak gerekir. Bu düşünceyle hareket eden Tung-hular, bazı ağır isteklerde bulunarak, Mete’yi politik baskı altına almak istemişlerdir. Mete de, her defasında meseleyi devlet meclisine getirmiş ve burada bu meseleyi devlet adamlarıyla enine boyuna tartışmıştır. Görüldüğü gibi, Tung- huların istekleri bütün devlet adamları tarafından itirazla karşılanmıştır. Daha doğrusu devlet adamları, meseleyi millî gururun incinmesi şeklinde değerlendirmişler ve hemen Tung-huların cezalandırmasını istemişlerdir. Onlara göre, bu görülmemiş bir tavizdi. Şimdiye kadar hiçbir Hun hükümdarı atını ve eşini başka bir ülke hükümdarına vermemiştir. Üstelik Tung-huların istekleri, her seferinde daha ağır ve daha aşağılayıcı nitelikte olmuştur. Mete ise, meseleye gerçekçi ve akılcı bir tavırla yaklaşmıştır. Her büyük devlet adamı gibi Mete, meseleye, duygu ve heyecanını karıştırmamıştır. Burada Mete için önemli olan, devletinin ve milletinin geleceğini tehlikeye atılmaması idi. O, "nasıl bir atı ve hatunu komşu devletten üstün tutabilirim”, derken bunu kastetmiştir.
Burada eski Türk devlet yapısının bir özelliğini de belirtmemiz gerekmektedir. Bu da, devletin bütün meselelerinin, devlet başkanının isteği üzerine toplanan bir mecliste görüşülüp karara bağlanmasıdır. Yukarıdaki belgeden anlaşılacağı üzere, devlet meclisi ilk defa Hunlarda gözükmektedir.27 Mete de, tahta çıktığı sırada karşılaştığı meseleleri bu devlet meclisinde görüşmüştür. Bu mecliste, Mete, devlet adamlarının birer birer fikrini almakla birlikte son kararın özellikle kendinde olmasına dikkat etmiştir. Zira eski Türk devletlerinde, kesin ve geçerli olan hükümdarın kararı idi.
Mete, mecliste bu meseleleri görüşürken kararları ve tavrıyla hem devlet adamlarını, hem de Tung-huları başka mecralara çekmiştir. Daha açık ve kesin bir ifade ile söylememiz gerekirse, Mete, Tung-huların isteklerini karşılarken, kendisine korkak ve uysal bir hükümdar görüntüsü vererek herkesi yanıltmıştır. Zira hem Hun devlet adamları hem de Tung-hular Mete’nin tavizkâr tutumunu, onun zayıflığına ve korkaklığına yormuşlardır. Halbuki düşmanı yanıltmak Türk savaş taktiğinin bir parçası idi.
Öte yanda Hunlar, ağır bir iç savaştan çıkmışlardı. Ülkede düzen ve otorite de tamamen sağlanmış değildi. Mete’nin düzeni ve otoriteyi sağlayıp, gerekli hazırlığı yapabilmesi için zamana ihtiyacı vardı. Daha doğrusu Mete, zamanı gelmemiş bir saldırı ile başarı şansını azaltmak istememiştir. Verdiği iki taviz ise, Mete’ye hazırlanmak ve hücuma geçmek için yeterli zamanı kazandırmıştır. Sıra Tung-huların cezalandırılmasına gelmiştir. Bu durum Çin yıllıklarında şöyle belirtilmiştir:
"Mete, hemen atına atladı; devletin içinde kendisinden geri kalanı ölümle tehdit etti; doğuya doğru ilerledi ve Tung-hulara saldırdı. Tung-hular, Mete’yi öyle küçümsemişlerdi ki, daha kendilerini müdafaaya bile hazırlanamadılar. Mete, ordusuyla yaklaştı ve hücum etti; Tung-hu hükümdarını imha edercesine ağır bir bozguna uğrattı; malını ve servetini yağma etti”.28
Kaynak bilgisinin ifadesinden anlaşılacağı gibi, bu bir baskın harekâtıdır. Mete, karar vermekte ne kadar yavaş ise, kararını tatbik etmekte de o kadar hızlıdır. Bu sadece Mete’nin değil, bütün büyük liderlerin ortak özelliğidir. Gerçekten de büyük liderler, karşılaştıkları güçlükler karşısında acele etmezler; meseleyi bütün cepheleriyle düşünürler; hesaplarını ve plânlarını yaparlar; işi fiiliyata döktükleri zaman da yıldırım hızı ile hareket ederler. Görüldüğü gibi, Mete’nin bu harekâtı da yıldırım hızı ile başlamış, yıldırım hızı ile sonuçlanmıştır. Öyle ki Mete, harekete geçmekte kendisinden geri kalanlara bile müsamaha göstermemiştir. Gerçekten de Mete, savaşlardaki süratin önemini çok iyi biliyordu. Çünkü, düşmanı gaflet anında basabilmek için, düşmandan daha önce davranmak ve ondan daha hızlı hareket etmek gerekiyordu. Zira Mete, bir daha bellerini doğrultamayacak şekilde Tung- huları ezmekte kararlı idi.
-hular ise, yaptıkları hesapta yanılmışlardır. Mete’nin üzerinde gittikçe artırdıkları baskıların, kendilerini bir felâkete doğru götürdüğünün hiç farkına varamamışlardır. Kısaca söylemek gerekirse onlar, rakiplerini küçümsemekle gösterdikleri ihtiyatsızlığın bedelini çok ağır şekilde ödemişlerdir. Mete’nin sürpriz baskını karşısında şaşkına dönmüşler, kendilerini savunmaya bile fırsat bulamamışlardır. Atlarının üzerinde yıldırım gibi gelen Hun cengaverlerinin delip geçen oklarına hedef olmuşlardır. Kimse teslim alınmamış, kimseye de merhamet gösterilmemiştir. Ancak Hun atlılarının hedefini şaşmaz oklarından zamanında kaçabilenler canlarını kurtarabilmişlerdir. Diğer taraftan elde edilen ganimet muazzamdı. Mete, Tung-huların bütün mal ve servetine sahip olmuştur.
Moğol dünyası tamamen ezilmiş ve doğuda Hunların önünde hiçbir engel kalmamıştır. Doğu Moğolistan ile Çin’in kuzeyindeki Jehol eyaleti bütünüyle Mete’nin eline geçmiştir. Hun baskınından zamanında kaçabilen Tung-hu aileleri, Sien-pi ve Wu-huan adıyla anılan büyük dağların derin vadilerindeki ormanlara saklanmışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki Mete, Tung-huları sadece maddeten değil, manen de ezmiştir. Korkunun gücünü çok iyi bilen Mete, bu amansız baskınla Tung-huların arasına öyle bir korku salmıştır ki, bu korkunun etkisi uzun süre devam etmiştir. Zira bu aileler, bir asır korkularından ormandan dışarı çıkamamışlardır. Bundan sonra Tung-hular, Hunlara bağlılıkta kusur etmemişlerdir; her yıl düzenli olarak sığır, at ve koyundan oluşan vergilerini ödemişlerdir. Bu hayvanları tedarik edemedikleri zamanlarda da kadın ve çocuklarını Hunlara köle olarak göndermişlerdir.29
3. Mete’nin Yüe-Çiler Üzerine Yaptığı Sefer
-hulardan sonra sıra Yüe-çilere gelmiştir. Yüe-çiler, Hunların güneybatı komşuları idi. Yin (Yin-shan) ile Tanrı dağları arasındaki sahalarda oturuyorlardı. Geniş ve verimli toprakları vardı. Üstelik, Doğu-Batı arasındaki transit ticarete ve kültür akışına aracılık eden İpek Yolu’nun önemli bir kısmı Yüe-çilerin ülkesinden geçiyordu. Bu yol üzerinde çeşitli kavimlerin ticaret kolonileri bulunuyordu. Bu bakımdan Yüe-çiler Asya kıtasının zengin ve kültürlü kavimlerinden biriydi. Biraz yukarıda belirtildiği gibi, Mete de, veliahtlık yıllarında Yüe-çilerin yanında bulunmuş; kendilerini ve ülkelerini yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Özellikle o, Yüe-çilerin oturdukları bölgelerin ekonomik gücünü medenî üstünlüğünü görmüş ve değerini ve önemini çok iyi anlamıştı. Diğer taraftan, Yüe-çiler arasında çok miktarda Hun boyu yaşıyordu.30
-çiler de tıpkı Tung-hular gibi Hunları küçümsemişlerdi. Mete gibi, rakip tanımaz bir liderin bu durumu içine sindirmesi mümkün değildi. Öte yandan Yüe-çiler, Hunların Kansu bölgesi üzerinden Çin’e giriş yollarını kapatıyorlardı. Mete, büyük Tung-hu baskınından döndükten sonra gerekli hazırlığını yaptı ve Yüe-çilerin üzerine yürüdü. Vurduğu bir darbe ile Yüe-çileri yerinden oynattı;31 daha doğrusu onları göçe zorladı. Hunların Çin’e giden akın yollarını açtı. Mete’nin gücü karşısında dayanamayacaklarını anlayan Yüe-çiler ise, ülkelerinin doğu bölgelerini terk ederek, batıya kaydılar.
Yüe-çiler üzerine yaptığı sefer, Tung-hular üzerine yaptığı baskın harekâtı gibi bir imha ve fetih hareketi olmamıştır. Görüldüğü gibi o, Yüe-çileri yenmek ve gücünü onlara tanıtmakla yetinmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, Mete, Yüe-çiler karşısında gücünü fazla yıpratmak ve fazla zaman kaybetmek istememiştir. Çünkü, onun önünde Çin gibi daha büyük bir hedef ve daha büyük bir rakip bulunuyordu.
4. Mete’nin Hun Ülkesinin Kuzey ve Kuzeybatısındaki Kavimler Üzerine Yaptığı Sefer
Mete, Çin seferine çıkmadan önce, devletin kuzey ve kuzey batısında bulunan kavimleri de itaat altına alarak, arkasını emniyet altına almak istiyordu. Hun Devleti’nin kuzey ve kuzeybatısında "Hun- u, K’ut-sa, Ting-ling (Töliş/Töles=T’ie-le), Kırgız (Kik-k’un), Sin-li” gibi Türk soyundan ve Hunlarla akraba olan kavimler bulunuyordu. Mete, ordusu ile kuzeye doğru yürüdü; bunları birer birer itaat altına alarak, hepsini Hun Devleti’nin çatısı altında topladı.32
Bu, hiç şüphesiz, Mete’nin Hun idaresi altında büyük Türk birliğini kurma politikası için atılmış büyük bir adımdı. Artık, Altay dağlarının batısındaki ülkelerin ve kavimlerin dışında bütün Orta Asya Mete’nin hâkimiyetine girmiştir. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Mete, Orta Asya’nın en büyük gücü haline gelmiştir. Çin yıllığının ifadesine göre "Hunların bütün soylu büyük kişileri Mete’nin hâkimiyetini tanımışlar ve onu en büyük Şan-yü olarak yüceltmişlerdir”.33
D. Mete’nin Çin Politikası
1. Kuzey Çin Seferi
Mete, Tung-huları ve Yüe-çileri birer birer yenip, doğudan ve batıdan kendisini güvenlik altına aldıktan sonra Çin’e yöneldi. Amacı, Hunların daha önce Çin’e kaptırmış olduğu kuzey Çin’deki otlaklarını geri almaktı. Zira bu otlakların, büyük at ve koyun sürüleri besleyen Hunlar için çok büyük değeri ve önemi vardı. Vaktiyle bu otlakları yitirmek, Hun ekonomisi için gerçekten büyük bir felâket olmuştu. Hunlar, özellikle ekonomik bakımdan komşuları arasında zayıf duruma düşmüşlerdi.34
Ordusu ile Yin-şanlar üzerinden Kuzey Çin’e giren Mete, Pe-yang kralını yenerek, Sarınehrin (Huang-ho) büyük dirseği içinde bulunan Ordos bölgesine sahip oldu. Bundan sonra Mete, doğuya doğru ileri harekâtına devam etti. Sarınehrin büyük dirseğinin doğusunda bulunan Yen ve Tai ülkesini ele geçirdi. Buradaki kale ve sınır tahkimatlarını birer birer düşürdü.35 Buna karşılık, Çin’in mukavemeti çok zayıftı; bazı yerlerde ise hiç yoktu. Hatta Çin Han iktidarının hâkimiyetini kabul etmeyen bazı Çin derebeyleri Mete’nin himayesine girerek, ona bu harekâtında destek bile veriyorlardı. Bu durum da Mete’nin işini bir hayli kolaylaştırıyordu. Böylece, bu askerî harekâtın sonucunda hemen hemen bütün Kuzey Çin Hunların hâkimiyetine geçti. Hun halkının sürüleri de eski otlaklarına tekrar kavuştu. Daha önemlisi Çin Devleti’nin kuzey bölgelerindeki bütün ticaret ve askerî ikmal yolları Mete’nin kontrolü altına girdi.
Görüldüğü gibi, Mete’nin Kuzey Çin üzerine düzenlediği sefer geçici bir yağma akını değildi; bu gerçek bir fetih hareketi idi. Zaten, Mete’nin amacı da, bölgeye tamamen yerleşmekti. Üstelik burası, eskiden beri Hunların otlak yerleri idi. Eski çağlardan beri burada gerçek Çinli bulunmuyordu. Halkı da karışıktı. Bölgenin batısında Tibet, ortasında Hun, doğusunda da Moğol boyları çoğunlukta bulunuyordu.36 Kuzey Çin’de ortaya çıkan büyük ve en eski devletleri de Çinliler değil, Türklerin ataları kurmuşlardı. Kuzey Çin, ancak az önce ortaya çıkan Cao, Yen, Ch’in Krallıkları zamanında uygulanan bilinçli ve sürekli bir iskan faaliyeti sonucunda Çinlileşmeye başlamıştır. Mete, Kuzey Çin’e girdiğinde, bütün Çin’i yeni iktidara gelmiş olan Han sülalesi temsil ediyordu. Fakat, bütün Çin ülkesinde olduğu gibi Kuzey Çin’de de bazı derebeylikler Han sülalesinin hâkimiyetini henüz kabul etmiş değillerdi. Durumu kendi lehine ustalıkla değerlendiren Mete, bu derebeylikleri himayesine aldı; bölgeyi Hun hâkimiyetinde yeniden teşkilâtlandırdı; ordusunun ağırlık merkezini Kuzey Çin’e kaydırdı. Bu durum ise, Kuzey Çin’in kaderini tayin için ister istemez Mete ile Çin imparatorunun karşı karşıya gelmesini kaçınılmaz kılıyordu.
2. Mete’nin Büyük Çin Seferi
Kuzey Çin’in elden çıkması ve tamamen kaybedilmesi, Han sülalesinin kurucusu İmparator Kao’yu harekete geçirdi. İmparator, çoğunluğu yaya olan 320 bin kişilik ordusunun başına geçerek, kuzeye doğru Mete’nin üzerine yürüdü. Bu durum Mete’nin tam aradığı fırsat oldu. Çünkü, Asya kıtasının en büyük gücü olduğunu gösterebilmek için Mete’nin Çin’i de yenmesi lâzım geliyordu.
Aldatma ve Yanıltma Taktiği: İmparator Kao, Mete’ye on kişiden oluşan bir elçilik heyeti gönderdi. Bu, gerçek bir elçilik heyeti değildi; bu heyette bulunanlar birer casus ve gözlemci idiler. Bu casus ve gözlemcilerin asıl görevi, Hun ordusunun durumunu öğrenmekti. Bu elçilik heyeti, Mete’ye, aldatma ve yanıltma taktiğini uygulamak için iyi bir fırsat verdi. Zira Mete, imparatoru saldırıya özendirmek için ona durumunu zayıf göstermek istiyordu. Bunun için, asıl askerî ve ekonomik gücünü ve varlığını ormanlarda gizledi. Karargahında sadece yaşlılar, çocuklar ile zayıf, sıska atları ve sığırları bıraktı. Çin elçilik heyeti Mete’nin karargâhını bu vaziyette gördüler. Bu casuslar ve gözlemciler, Mete’nin bu aldatma ve yanıltma taktiğini anlayamamış olmalılar ki, döndüklerinde gördüklerini iyi bir haber olarak imparatora anlattılar. İmparator, casuslarının getirdiği bilgilerden memnun olmakla birlikte biraz şüphelenmiş olmalı ki, komutanlarından birini aynı gaye ile Mete’nin karargâhına gönderdi. Fakat imparator, bu defa casusunun getireceği haberi beklemedi; ordusunu alarak Mete’nin üzerine doğru ilerlemeye devam etti. Bir süre sonra bu casus, gerçek bilgilere ulaşmış olarak döndü. O, gerçekten de Mete’nin aldatma ve yanıltma taktiğini tamamen anlamıştı. İmparatora bu durumu şu şekilde özetledi: "Mete ana ve seçkin birliklerini saklamıştır. Baskın yapabilmek için uygun bir zaman ve fırsat kollamaktadır”. İmparator bu uyarıya kulak asmadı. Zira, ölçüsüz bir hırs onun gözünü âdeta kör etmişti. İmparator, ordusunun moralini çökerteceği ve paniğe yol açacağı düşüncesiyle komutanının bu kanaatini kabul etmedi. Üstelik onu, tutuklayıp başka bir şehre göndermek suretiyle cezalandırdı.37
İmparatorun buradaki davranışına daha yakından bakılacak olursa, onun, Mete’yi ve Hunları hiç tanımadığı anlaşılıyor. Eğer İmparator Mete’yi ve Hunları iyi tanımış olsaydı, ilk casusların getirdiği haberden Mete’nin gerçek niyetini ve amacını daha o zaman anlayabilirdi. Öyle anlaşılıyor ki, imparator bu hususta tam bir gaflet içerisindedir. Halbuki, düşmana galip gelebilmek için onu daha iyi tanımak ve adımları da ona göre atmak lâzımdır. İmparatorda ise, böyle bir durum görülmemektedir.
Yıldırma ve Yıpratma Taktiği: Böylece Mete, ustalıkla uyguladığı aldatma ve yanıltma taktiğinde amacına ulaşmıştır. Şimdi sıra Çin ordusunu yıpratma, yıldırma ve pusuya düşürme taktiğine gelmiştir. Mete, Çin ordusunun üzerine "Sağ ve Sol Bilge Tiginler”inin komutasında 10 bin kişilik seçme birlik gönderdi. Bu birlik, büyük Çin ordusunu yoracak, yıpratacak ve pusuların kurulduğu yere çekecekti. Gerçekten bu birlik kendisine verilen görevi çok iyi yapmıştır. Âdeta taktik içinde taktik uygulamıştır. Öyle ki, bu birlik beklenmedik zamanlarda ve yerlerde imparatorun ordusunun karşısına çıkıyor, anî ve şaşırtıcı darbeler vurarak, Çin ordusunu maddeten ve manen yıpratıyor ve birdenbire de ortadan kayboluyordu. Öte yandan Çin ordusu, Hun birliğinin vurduğu darbeden sonra geri çekilmesini, kaçış sanıyor ve düşman karşısında büyük bir başarı elde etmiş gibi bu birliği hemen kovalamaya başlıyordu.38 Böylece, Çin ordusu, hem yıpratılıyor ve yıldırılıyor hem de aldatma taktiği ile pusuların kurulduğu yere çekiliyordu. İmparator ise, bu durumun kendisini pusu sahasına çekme hareketi olduğunun hiç farkına varamıyordu. O, âdeta zafer üstüne zafer kazanmış bir komutan edasıyla büyük bir şevk ve haz içinde ilerlemesine devam ediyordu.
Çin ordusu, sadece Mete’nin öncü birliği karşısında yıpranmakla kalmıyor, aynı zamanda ağır kış şartları altında büyük zayiat veriyordu. Zira Çin imparatorunun seferi, kış ayına tesadüf etmişti. Kuzey Çin’de ağır bir kış hüküm sürüyordu. Bölgeye çok kar yağmıştı. Hava da son derece soğuktu. Kar ve dondurucu soğuk, ağır kış şartlarına alışık ve dayanıklı olan Hun ordusunu hiç etkilemiyordu. Ama Çin ordusu için durum aynı değildi. Çin ordusunun on askerinden ikisinin veya üçünün soğuktan parmakları düşmüştü.39 Bu gerçekten Çin ordusu için büyük bir felâket idi.
İmparator, Hun öncü birliklerinin vur-kaç taktiği ve soğuklar yüzünden ordusunun bir hayli hırpalanmasına rağmen, ilerlemesine büyük bir inatla devam ediyordu. Fakat, Çin ordusu perişan bir vaziyetteydi. Bu perişanlık ordunun yürüyüş düzenine de yansımış bulunuyordu. Çin ordusunun atlı birlikleri ile Pe-teng dağı eteklerindeki yaylalara geldiği halde, yaya birlikleri çok gerilerde kalmıştı.
Yani, atlı birlikler ile yaya birlikler birbirinden tamamen kopmuş ve bunun tabiî sonucu olarak emir- komuta yitirilmişti. Bu, askerî taktikte asla bağışlanamayacak bir hata idi. Zira, bu ve bunun gibi hatalar, imparatoru, o zamana kadar Çin tarihinde görülmemiş bir felâkete götürüyordu.
Kuşatma (M.Ö. 200): İmparator ordusu ile Pe-teng yaylasında konaklamıştı. Hun ordusunun nerede bulunduğundan haberi yoktu. Daha da kötüsü imparator, bir pusu mevkiinde konaklamış olduğunun farkında bile değildi. Büyük bir gaflet içerisinde idi. Mete’nin uyguladığı taktikleri anlayamamış, şahsî emniyetini ihmal etmişti. Halbuki Pe-teng dağının üzerinde bir kale bulunuyordu. Bu kalede şahsî emniyetini sağlayabilirdi. Diğer taraftan uzun bir süre ortalıkta görülmemiş olan Mete, 400 bin kişilik tamamen atlı ordusuyla birdenbire Pe-teng yaylasının çevresinde ortaya çıkıverdi. Gerçekten de Mete, yerinde ve zamanında hızlı ve doğru hareket etmesini iyi bilen mükemmel bir strateji ustası idi. Çin ordusunu adım adım takip etmiş ve onu istediği yere çekmişti. Şimdi de imparatoru dört taraftan aynı anda kuşatıvermişti. Bu, hiç şüphesiz, savaş tarihinde çok nadir olan bir başarı idi. Böylece Mete, akılara durgunluk verecek bu çevirme hareketiyle, askerî stratejide dehasını bütün parlaklığı ile ortaya koymuştur.
Çin yıllıklarının kayıtlarına göre, Hun ordusunun sayısı 400 bin atlı idi. Bu sayı, hiç şüphesiz abartılmış bir sayı olmakla birlikte, Hun ordusunun ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu. Bu kuşatmada Hun ordusu, Çin ordusunu dört taraftan bir kare içine almıştır. Bu karenin her bir yönünde bulunan atlar da farklı birer renk ile temsil edilmiştir. Daha açık ve kesin bir ifade ile söylemek gerekirse, bu kuşatmada kuzeydeki birliğin atları kara (yağız), doğudaki birliğin atları demir kırı (göğümsü), güneydeki birliğin atları al (doru) ve batıdaki birliğin atları da ak (beyaz) idi.40
Burada Türk devlet teşkilâtının bir özelliği dikkati çekmektedir. Görüldüğü gibi, bu kuşatmada Hun ordusu, askerlerin bindikleri atların renklerine göre dört ana bölüme ayrılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Hun Türkleri ordularını dünya anlayış ve tasavvurlarına uygun bir şekilde düzenlemişlerdir. Zira, Türklerin düşünce ve tasavvurlarında, dünya dört köşe (bucak) idi. Dört köşe olarak düşünülen dünyanın merkezinde ise, Türk hükümdarı bulunuyordu. Hükümdarın altında da, yine dört yönü temsil eden dört büyük memuriyet yer almakta idi.41
Çin yıllıkları, bu kuşatma karşısında Çin imparatorunun nasıl bir tavır takındığı hususunda suskun kalmışlar; hiçbir yorum yapmamışlardır. Bizim kanaatimize göre, imparator, gördüğü manzara karşısında kelimenin tam anlamıyla şok olmuştur. Hatta, imparatorun üzerine endişe ve üzüntünün kara gölgesi âdeta bir karabasan gibi çökmüştür. Kaynağın ifadesiyle o, ne içeriden ne de dışarıdan yardım alabilmiştir.42 Artık kendisinin ve ordusunun kurtuluşundan ümidini bütünüyle kesmiştir.
Öte yandan Mete için durum tamamen farklıydı. O, başından beri büyük bir dikkat ve itina ile sürdürdüğü faaliyetini başarıyla hedefine ulaştırmıştı. Artık, büyük Çin ordusu avcunun içindeydi. Sıra Çin ordusunun imhasına ve bütün Çin ülkesinin ele geçirilmesine gelmişti. Bu da, Mete için işten bile değildi. Hiç şüphesiz, her iki taraf da böyle düşünüyordu. Fakat Mete’nin düşüncesi böyle miydi? Bunu, kuşatmanın sonuna kadar hiç kimse anlayamadı.
Kuşatma yedi gün sürdü. Çin ordusunda yiyecek sıkıntısı baş gösterdi. Daha da kötüsü Çin ordusunun morali tamamen çöktü. Çin yıllıklarının ifadesiyle söylemek gerekirse "Pe- teng kalesi altındaki felâkette yedi gün ekmek bulunamadı; asker yay çekemedi”.43 Bu durum açıkça şunu göstermektedir. Mete, savaşın amacını çok iyi bilmekte ve ona uygun bir şekilde hareket etmektedir. O halde savaşın amacı nedir? Bunu şu şekilde belirtmek mümkündür: "Savaşın amacı, düşmanın iradesine her araç ile hâkim olmak ve kendi iradesini düşmana kabul ettirmektir.” Bunun için öncelikle yapılacak iş düşmanın iradesini kırmak ve yıkmaktır. Düşmanın iradesini kırmak ve yıkmak için de sıkıntı verici ve manevîyat çökertici durumlar gereklidir. Bu durumlar da, ancak, ya maddî kuvvetlerle (silâh vasıtasıyla) ya da psikolojik yöntemlerle yapılabilir. Görüldüğü gibi, Mete, bu kuşatmada maddî kuvvetlerden çok psikolojik yöntemleri kullanmıştır. Öyle ki, Mete, kurtuluş için hiçbir ümit bırakmayan bu yedi günlük kuşatma ile imparatoru ve Çin ordusunu manen ezmiştir. Gerçekten de bu manevî eziklik imparator ve Çin ordusu için bir bozgun hareketinden daha ağır olmuştur.
Kuşatmanın Kaldırılması ve Bunun Sebepleri: Kuşatmanın yedinci günü Mete, tahminleri alt üst eden bir harekette bulundu. Hun ordu saflarının birleştikleri köşelerden bir koridor açtı. O gün, Pe-teng yaylasını, âdeta imparatora yardım edercesine yoğun bir sis kaplamış durumdaydı. İmparator ve Çin ordusu, yenilginin zilleti ve utancı içerisinde bu koridordan yavaş yavaş dışarıya çıktı.44 Hun ordu birlikleri sisin perdelediği bu çıkışı görmezlikten geldiler. İmparatorun ve Çin ordusunun, göz yumulan çıkışı ve kaçışı sağlandıktan sonra, Mete ordusunu alarak geri döndü.
Çin ordusunu tamamen imha etmek, imparatoru teslim almak ve bütün Çin ülkesini gele geçirmek mümkün iken, neden Mete, imparatoru ve Çin ordusunu serbest bırakmıştır? Bu durum eski Çin tarihçileri için büyük bir merak konusu olmuştur. Daha doğrusu bu mesele, imparatorun danışmanları tarafında bilinçli olarak merak konusu haline getirilmiştir. Zira onlar, imparatorun kuşatmadan kendisini kurtarabilmek için gizli bir plân uyguladığını söylemişlerdir. Fakat bu plânın ne olduğunu hiçbir zaman açıklamamışlardır. Durum böyle olunca, eski Çin tarihçileri de bu gizli plânın ne olduğu hususunda bazı yorumlar yapmışlardır.45 Çinli tarihçilerin meseleye bakış açısını göstermesi bakımından bu yorumların bazılarını aynen buraya alıyoruz:
İmparator, savaş meydanındaki Mete’nin karargahına ağır hediyelerle birlikte bir elçi göndermiştir. Elçi, Mete tarafından kabul edilmemiş olacak ki, o da Mete’nin eşine gitmiştir. Verdiği ağır hediyelerle hatunun (Mete’nin eşi) gönlünü çelmiş olan Çin elçisi, imparatorun düşüncelerini Mete’ye aktarması hususunda onu ikna etmiştir. Çin elçisi, hatun vasıtasıyla Mete’ye şöyle demiştir: "Bugün Çin topraklarını elde etmiş olsanız bile, siz ey Şan-yü, orada oturup, (Çin’i) idare etmek için gerekli gücü kendinizde bulamayacaksınız”. Bu sözler, akıllı ve gerçekçi bir hükümdar olan Mete’yi korkutmuştur. Bunun üzerine Mete, imparatoru serbest bırakmıştır.46
Bu yorum ilk bakışta, kendi içinde çok tutarlı ve mantıklı gözükmektedir. Gerçekten de Çinliler, askerî kuvvetlerinden çok, daima mallarının cazibesine, paralarının çokluğuna, kızlarının güzelliğine ve politik zekâlarına güvenmişlerdir. Sık sık bunları kullanarak amaçlarına ulaşmışlardır. Burada da bu unsurların rolü görülmektedir. Çin elçisi, imparatorun düşüncesini Mete’ye ulaştırabilmek için, Mete üzerinde etkili olduğunu düşündüğü Hatun’a ağır hediyeler vermiştir. Burada basit bir rüşvet olayı söz konusudur. Hemen belirtelim ki, bu, Çinli tarihçilerin bir mantık hatasıdır. Asla rüşvet söz konusu olmamıştır. Eğer, Mete’nin gayesi maddî zenginliğe kavuşmak olsaydı, o, imparatordan sadece karargahındakini değil, bütün Çin ülkesindeki maddî varlığını elinden alabilecek durumdaydı. Bunun için sadece istemesi yetmekteydi. Daha azına razı olmanın mantığını kabul etmek mümkün değildir. Bu, eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Çin’i idare edip edememe meselesine gelince, burada bir gerçek payı bulunmaktadır. Fakat Mete’nin kafasındaki plân ve projeler arasında Çin’i ele geçirmek ve idare etmek gibi bir düşünce yoktu. Bu husus biraz aşağıda açıklanacaktır.
Gizli plân meselesinde, Çinli tarihçilerin yaptıkları yorumlardan biri de şudur: Çinli generallerden biri çok güzel bir kadın portresi yaptırmıştır. Generalin yaptığı bu portreyi, Mete’nin hatununa göndererek, ona şöyle söylemiştir: "Çin’de bunun gibi güzel kadınlar çoktur. Şu anda bizim imparatorumuz güç bir durumda bulunuyor. Bundan dolayı, bu kızları Mete’ye sunmak istemektedir.” Hatun, bu sözlerden son derece etkilenmiştir. Kıskançlık duyguları kabarmış olan Hatun, böyle bir durumun kendi aleyhine olacağını düşünmüş, bunun tabii sonucu olarak da eşinin kendisine karşı sevgisinin düşeceği ve itibarının da azalacağı endişesine kapılmıştır. Hatun bu tehlikeyi önlemek için, hemen harekete geçmiş ve kuşatmayı kaldırması hususunda eşi Mete’ye baskı yapmıştır. Eşinin baskılarına dayanamayan Mete de, kuşatmayı kaldırmıştır.47
Görüldüğü gibi, bu yorumlardan birinde "rüşvet” unsurunu, diğerinde de "kıskançlık” unsuru kullanılmıştır. Her iki yorumda da ortak unsur olarak kullanılan "hatun”dur. Mete’nin kararının değiştirilmesinde de rol oynayan başlıca unsur hatundur. Gerçekten de, Türk hükümdarının üzerinde hatunların birinci derecede etkileri vardı. Özellikle yönetim üzerinde onlar da söz sahibi idiler. Fakat Hatunların etkileri, tamamen hükümdarların kararını değiştirecek ve onları yönlendirecek derecede değildi.
Bu ikinci yorumdaki "kıskançlık” unsuru ise, "rüşvet” unsuru gibi tamamen Çinli tarihçilerin hayal mahsulüdür. Zira Mete, sevginin gözünü kör ettiği toy bir delikanlı değildi. Üstelik o, bir kadının kaprislerine ve baskılarına boyun eğecek bir ruh ve karakter yapısında hiç değildi. Aksine Mete, devletin ve milletin geleceğini her şeyin üzerinde tutan bir ruh ve karakter yapısına sahip bir liderdi.
Başka bir Çinli tarihçi de yaptığı bir yorumla, meseleyi tamamen "tarihin bir bilmecesi” haline getirmiştir. Bu tarihçinin görüşüne göre, bu meselenin çözümünde imparatorun gösterdiği hüner, hayret verici bir ustalıkta idi. Fakat, imparatorun bu hususta kullandığı yöntem o kadar bayağı, aşağı, çirkin ve kötü idi ki, Çin sarayı bunu kimsenin bilmesini istememiştir.48 Çünkü bu yöntem, gururuna ve itibarına son derece düşkün olan imparator için utanılacak nitelikteydi.
Buraya kadar verilen bilgiden şu hükme varıyoruz: Bütün bu yorumlar, ortaya atılan gizli bir plândan kaynaklanmıştır. Kanaatimizce, bu meselede imparatorun ne gizli ve ne de açık bir plânı söz konusu olmuştur. Bu gizli plân meselesi, saray danışmanlarının, imparatorun utanç verici yenilgisini örtmek ve itibarını kurtarmak için uydurmuş oldukları bir kılıftır. Öyleyse Mete, imparatoru ve ordusunu, dünya tarihinde bir emsali dahi bulunmayan mükemmel bir kuşatmayla avucunun içine almışken neden serbest bırakmıştır? Buradacevabı beklenen bu soruyu şu şekilde de sormak mümkündür: Mete, İmparatoru ve ordusunu serbest bırakacak idiyse, neden böyle bir kuşatmaya ihtiyaç duymuştur? Daha doğrusu bu kuşatmanın gerçek anlamı ve amacı ne idi?
kuvvet, ne kadar büyük ve devamlı olursa olsun, manevî kuvvet karşısında eninde sonunda yenilmeye mahkûmdur. Bu gerçeği çok bilen büyük Türk hükümdarları, kendi toplumlarını güçlü Çin kültürünün ve medeniyetinin etkilerine karşı koruyabilmek için daima millî bir siyaset izlemişlerdir. Mete’nin kuşatmayı kaldırmasının gerçek sebebi de, "millî siyaset”le ilgilidir. Daha doğrusu Mete, burada "millî siyaset”e uygun bir şekilde karar vermiş ve ona göre davranmıştır.49 Öyleyse, Hun Devleti için millî siyaset ne idi? Hun Devleti için millî siyaset, Çin’i savaş gücü ile baskı altına almak, devletin ve halkın ihtiyaçlarını vergi veya ticaret yoluyla Çin’den sağlamaktı. Görüldüğü gibi, Mete’nin Çin’e karşı izlediği politikanın içinde Çin ülkesini ele geçirmek ve onu idare etmek gibi bir düşünce yoktur. Zaten Mete, bu kuşatmada imparatoru ve ordusunu manen ezerek, üstünlüğünü ve iradesini kabul ettirmek suretiyle amacına ulaşmıştır. Mete için Çin’in ayrıca maddeten ezilmesine ihtiyaç kalmamıştır.
Mete, millî siyasete uygun bir şekilde karar verip, ona uygun bir şekilde hareket etmeseydi ne olurdu? Hiç şüphesiz Mete, Çin ordusunu imha edebilir, imparatoru teslim alabilir, Çin ülkesini de tamamen ele geçirebilirdi. Fakat, bir milleti yenmek ve ülkesini ele geçirmek yeterli değildir; o millete hâkim olmak için onun ruhunu da fethetmek şarttır. Hatta yerli kültürü millî kültür içinde sindirmek ve asimile etmek de gereklidir. Mete, Çin’i ele geçirip, bu ülkeyi idare etmeye kalkışsaydı, acaba bu teşebbüsünde başarılı olabilir miydi? Daha açık bir ifade ile sormak gerekirse, böyle bir durumda Çinliler mi Türkleşirdi, yoksa Türkler mi Çinlileşirdi? Şüphesiz böyle bir durumda Türkler Çinlileşirdi. Nitekim, Çin’e giren Türk kavimlerinin akıbetleri hep böyle olmuştur. Daha başka bir ifade ile söylemek gerekirse, daha önce Çin’e giren Türk kavimleri kısa zamanda kendi soylarının bütün özelliklerini kaybedip, içine girdikleri toplumun bir parçası haline gelmişlerdir.50 Bu durumu çok iyi bilen Mete, millî politikadan ayrılmamış; Hunları da Çin’den daima uzak tutmuş ve barış yolunu tercih etmiştir. Zira Mete, iki devlet arasında barışı kurmada ve devam ettirmede, en fazla çıkarı ve kazancı olan ülkenin kendi ülkesi olduğunun bilincindeydi.
Barış Antlaşması (M.Ö. 197): İmparator, kuşatılmanın şokunu uzun süre üzerinden atamadı. Başka bir ifade söylememiz gerekirse, o, kuşatmadan ancak üç yıl sonra kendine gelebildi. Daha doğrusu imparator, kendisi için büyük bir huzursuzluk kaynağı olan Mete ve Hun meselesini üç yıl sonra ele alabildi. O, önce bu meseleyi Çin devlet meclisine getirip tartışmaya açtı. Komutanlar, meseleyi kendi aralarında bütün cepheleriyle tartıştılar. İleri sürülen görüşlerin çoğu her zaman olduğu gibi hissî ve hamasî nitelikteydi. Bunlar arasında komutanlardan birinin ortaya koyduğu bir plân vardı ki, Çin mantığına ve zekâsına uygunluğu bakımından imparatorun hemen dikkatini çekti. Bu plân esâs itibariyle şöyle idi: İmparatorun kızı Mete’ye eş olarak verilmeli. Ayrıca Hunlara her yıl değerli hediyeler (vergi olarak) gönderilmeli. Böylece, Hun hükümdarı Çin imparatorunun damadı; kızı da Mete’nin Hatunu olacaktır. Ondan doğacak çocuklardan biri de veliaht olacak ve Mete’nin yerine geçecektir.51 Böylece Hunlar kontrol altına alınabilecek ve Çin’e bağlanabilecektir.52 Bu plân imparatora son derece çekici ve mantıklı geldi. Zaten imparator için, Mete’nin iradesine boyun eğmekten ve onunla anlaşmaktan başka çare de gözükmüyordu. İmparator da öyle yaptı. Bu plânı teklif eden komutanını Mete’ye elçi olarak gönderdi. Mete ile imparator arasında bir "dostluk ve barış antlaşması” yapıldı. Bu, Orta Asya tarihinde bilinen ilk milletlerarası antlaşmadır (M.Ö. 197).53
Bu antlaşmaya göre, 1. Mete’nin Kuzey Çin’de ele geçirdiği topraklar Hunlara terk edilecektir. 2. Çin, her yıl Mete’ye ipekli kumaş, şarap, pirinç ve diğer yiyecek maddelerinden mümkün olduğu kadar çok miktarda gönderecektir.
Bundan sonra Mete, kendisine gönderilen prenses54 ile evlenmiş; Çin yıllık vergiye bağlanmış; bu ülke ile uzun yıllar devam edecek ticarî ilişkiler kurulmuş ve geliştirilmiştir.55 Böylece, Mete ile Çin arasında uzun bir barış dönemi açılmıştır. Çinliler, bu barışın bedelini Mete’nin hâkimiyet haklarını tanıyarak ve hediye adı altında vergilerini düzenli göndererek ödemişlerdir.
Biraz yukarıda özetlediğimiz Çinli komutanın plânından da anlaşılacağı üzere, antlaşmanın amacı sadece iki devlet arasında barışı sağlamak değildi. Tıpkı Mete’nin Çin’e karşı olduğu gibi Çinlilerin de Hunlara karşı belirli bir politikası vardı. Bu politikanın esâsı, Hunları tamamen hâkimiyet altına almak ve Çinlileştirmekti. Çinli komutanın ortaya koyduğu plânın uzun vadede hedefi bu idi. Hunlara verilen yıllık vergi ve Mete’ye gönderilen Çinli prenses ise, Çin Devletini bu gayeye ulaştıracak birer vasıta idi.
. Mete’nin Hun Hakimiyeti Altında Orta Asya Birliğini Kurma Politikası
-teng kuşatması ile Çin İmparatoru Kao’ya boyun eğdiren Mete, M.Ö. 197 tarihli antlaşma ile imparatoru vergiye bağlayarak, Çin üzerinde tam bir hâkimiyet kurmuştu. İmparator Kao’nun M.Ö. 188 yılında ölümünden sonra Çin tahtı için otorite mücadelesi başladı. Çünkü İmparator Kao’nun yerini alabilecek uygun bir oğlu bulunmuyordu. İmparatoriçe Lu, imparatorun başka eşinden doğmuş bir oğlunu tahta çıkardıysa da, iktidardaki bunalım giderilemedi. Zira, imparatorun oğlu iktidarın gerektirdiği sorumluğu taşıyabilecek bir yaşta değildi. Sonunda imparatoriçe üvey oğlunu bertaraf ederek, iktidarı tamamen kendi eline aldı (M.Ö. 187). Böylece Hun-Çin ilişkilerinde de kısa süre de olsa bir belirsizlik dönem yaşandı. Mete, bu belirsizliğe son vermek, daha doğrusu baskısını hissettirerek Çin üzerindeki hâkimiyetini devam ettirmek için aynı yıl içinde İmparatoriçe Lu’ya bir mektup gönderdi. Mete’nin, sadece maddî güçle değil, aynı zamanda politik güçle de sahip olduklarına hükmetmesini iyi bilen bir lider olduğunu göstermek bakımından bu mektubu buraya aynen alıyoruz:
"Ben, ırmaklar ve göller arasında doğmuş, geniş yaylalarda atlar ve sığırlar arasında büyümüş, kendimi sık sık sınır boylarında bulmuş, (ve şimdi) kendi ayakları üzerinde duramayan yalnız bir hükümdarım. Bir gün Çin’de gezinti yapma arzusundayım. Zat-ı devletleri (de) orada (Çin sarayında, dul olarak) yalnız bulunuyor. Buna karşılık, ben de, kendi ayakları üzerinde duramayan bir münzevî (yapayalınız bir kişi) olarak tamamen yalnız oturuyorum. Biz, yani her iki hükümdar için artık mutluluk kalmamıştır; bizi eğlendirecek hiçbir şey (de) yoktur. Ben, senin sahip olmadıklarını (vererek), sahip olduklarını (alarak), bunları birbiriyle değiştirmek istiyorum”.56 Görüldüğü gibi, Mete, kendisini Orta Asya’nın mukadderatında tek hâkim güç olarak görmekte ve kabul etmektedir. Bunun için de, Çin üzerinde egemenlik iddiasında bulunmaktadır. Daha doğrusu Mete, Çin üzerindeki baskısını kalkmadığını politik yollarla hissettirerek, bu ülkeden yıllık vergilerini düzenli olarak almak ve ticarî ilişkilerini devam ettirmek amacındadır. O, bu mektubunda diplomatik bir üslup kullanarak, amacını ve niyetini dolaylı bir ifade tarzı ile anlatmıştır. Onun, imparatoriçe ile evlenmek gibi bir niyeti bulunmuyordu.
Çin devlet meclisinde bu meselenin enine boyuna tartışılmasından sonra, Mete’nin Çin üzerindeki baskısına ve hâkimiyetini devam ettirme kararına, karşı konulamayacağı anlaşıldı. Özellikle, bazı devlet adamları tarafından Pe-teng felâketinin hatırlatılması, Mete ile savaşma azminde olan imparatoriçeyi korkutmaya ve kararından vazgeçirmeye yetti. Artık imparatoriçe için Mete’nin isteklerine boyun eğmekten başka çare yoktu. Gururu son derece incinmesine rağmen imparatoriçenin ihtiyat duygusu hiddetine galip geldi ve Mete’ye, Çin diplomasisinin kurnazca taktiği ile yatıştırıcı bir cevap verildi. O bu mektupta, Mete’ye şöyle diyordu:
"Şan-yü Mete, benim yıkılmaya yüz tutmuş sarayımı unutmamış, özellikle bir mektup yazarak hatırlamış. Benim, yıkılmaya yüz tutmuş sarayımı şimdi korku ve endişe sarmış bulunuyor. Gücümün azaldığı bu günlerde zihnimi çeşit çeşit düşünceler işgal ediyor. Çok yaşlandım; nefes darlığım (da) var; Saçlarım ve dişlerim döküldü. Adımlarım normal yürüyüşünü kaybetti. Şan-yü Mete, bundan dolayı beni yanlış anlamış. Kendisinin bu kadar alınmasına değmez. Şüphesiz bunda, benim yıkılmaya yüz tutmuş sarayımın suçu yok. Sizden özür dilemeyi, üzerime düşen bir görev olarak görüyorum. Sana lâyık olmasa da, dört atla çekilen imparatorluğa mahsus iki araba gönderiyorum. Bunların kabulünü rica ediyorum. Bunlarla her zaman (ülkende) gezinti yapabilirsin”.57 Anlaşılacağı üzere imparatoriçe, Mete’nin siyaset taktiğini, masumâne bir görüntü altında daha kurnazca bir taktikle bertaraf etmeye çalışmıştır. Daha açık bir ifade ile söylememiz gerekirse, imparatoriçe, Mete’nin Çin üzerindeki hâkimiyetini devam ettirme kararına açıkça karşı çıkamamış, fakat açıkça kabul de etmemiştir. Daha doğrusu, imparatoriçe, her zaman olduğu gibi, Çin’in askerî gücü ile ulaşamadığı başarıya, siyaset yoluyla ulaşmıştır. Üstelik, gönderdiği değerli hediyelerle Mete’nin gönlünü alacak jestler yapmayı da ihmal etmemiştir. İmparatoriçe Lu, dış siyasette gösterdiği bu başarısına rağmen, Mete ile Çin arasında eşi zamanında oluşan statükoyu değiştirememiştir. Çin yönetimi, hediye adı altında Mete’ye vergi vermeye devam etmiştir.
Çin tarihleri, M.Ö. 197-187 ve 187-176 yıları arasında Mete’nin faaliyetlerinden hiç söz etmemişlerdir. Bu kadar uzun bir zamanı, Mete gibi büyük bir liderin sadece ülkesini yönetmekle geçirdiğini düşünmek mümkün değildir. Nitekim de öyle olmuştur. Mete, M.Ö. 176 tarihinde Çin imparatoruna bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Mete’nin, 20 yıl gibi uzun bir süre Çin tarihlerinde görülmeyişinin sebebini bize tatmin edici bir şekilde açıklamaktadır. Mete’nin, bu süre içinde neler yaptığını öğrenebilmek için bu tarihî mektubu aynen buraya alıyoruz:
"Tanrı tarafından tahta çıkarılmış büyük Hun Şan-yü’sü, Çin imparatorunun iyi olup olmadıklarını saygı ile sorar. Daha önce majesteleri evlilik yoluyla akrabalık kurmamızı teklif etmişti. Ben bu fikri uygun bularak, memnun olmuştum. Ancak, imparatorluğun sınır muhafız beylerinden biri benim beylerimden ‘Sağ Bilge Tigin’ime (Prens) saldırmış. Sağ Bilge Tigin de benim iznimi almadan Hou I- lu-hu (İlbeyi) Nan-chi gibi adamlarımın kışkırtmasıyla imparatorun muhafız beyine hücum etmiş (taktik uygulamış). Böylece, iki hükümdar arasındaki antlaşma bozulmuş ve kardeşlik ilişkilerimize gölge düşmüştür. Bu olaydan dolayı incinmiş olan imparator, bize iki defa mektup gönderdi. Ben de elçi vasıtasıyla cevabî mektubumu gönderdim. Fakat gönderdiğim elçi geri dönmedi. Üstelik imparatorun da elçisi gelmedi. Bu bakımdan imparatorun bize dostça davranmadığı kanısındayım. (Böylece) komşu devletimiz, (yani Çin) bize bağlı kalmamıştır. Antlaşmamız, yalnızca küçük memur (veya subaylar) yüzünden bozulmuştur. Bunun için, Sağ Bilge Prensimi cezalandırdım. Yüe-çileri arayıp, onlara taarruz etmesi için, batıya gönderdim.Tanrının lütuf ve inayeti, subay ve askerlerimizin mükemmelliği ve dayanıklı atlarımızın üstün gücü ile düşmanlarımıza baş eğdirdik; Yüe-çileri mağlup ettik; bazılarının kafasını kestik, bazılarına diz çöktürdük (bazılarını tâbi hale getirdik). Bundan başka Lo-lan (Jo- jan), Vu-sun, Hu-chie (Oğuz) topluluklarıyla civardaki 26 krallığı egemenliğimiz altına aldık ve düzene kavuşturduk. Böylece, bunların hepsi büyük Hun ailesin bir parçası, yani ‘Hun’ oldu. Yay çekebilen ve kullanabilen bütün kavimler, bir tek aile halinde birleştiler. (Şimdi) bütün kuzey ülkesi barış içinde.
Artık, silâhlarımı bırakıp, askerlerimi dinlendirmek ve atlarımı otlağa çıkarmak (besiye almak) arzusundayım. (Ayrıca) geçmişte olan olayları unutmak (eski hesapları kapatmak), eski antlaşmalarımızı tekrar yürürlüğe koymak istiyorum. Devletlerimizin sınırlarında oturan halklar güvenlik ve barış içinde yaşasın. Çocuklarımız korkusuzca ve serbestçe oynayıp büyüsün. Yaşlılarımız da endişesiz ve üzüntüsüz bir hayat sürsün. (Böylece) halkımızın, nesilden nesle böyle barış ve mutluluk içinde yaşamasını arzu etmekteyim İç saray vezirimi (Hsi-fu Ch’ien), bu mektubu size sunması için gönderiyorum. Mektupla birlikten zat-ı devletlerinize bir deve, iki binek atı, iki takım araba atı sunmak istiyorum. Eğer imparator bundan sonra Hunların, Çin savunma duvarlarına yanaşmalarını istemiyorsa, subayları ile orada yaşayan halkın, (duvarlardan, yani Çin seddinden) biraz daha uzakta oturmaları için, emir buyursun.”58
Görüldüğü üzere Mete, saltanatının 20 yıl gibi uzun bir dönemini Hun hâkimiyeti altında Orta Asya birliğini kurma faaliyetle geçirmiştir. Altay dağlarından Aral gölüne kadar bütün ülkeleri ele geçiren Mete, 26 tane büyüklü küçüklü devleti ortadan kaldırarak, Hun siyasî birliğini kurmuştur. O, biraz yukarıda naklettiğimiz mektubunda bu faaliyetinin sonucunu, amacına ulaşmış bir liderin mutluluğu içinde, "Ok ve yay gerebilen kavimleri bir aile gibi birleştirdim şimdi onlar Hun oldular” şeklinde açıklamıştır. Bu sözden de anlaşılıyor ki, Mete, Orta Asya’da sadece Hun siyasî birliğini kurmakla kalmamış, aynı zamanda bu topluluklara "Hun olma”, yani millet olma bilinci de kazandırmıştır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mete, M.Ö. 209 yılında, Türk tarihinde inkılap yapan bir yöntemle Hun tahtına çıkmış, kendisinden toprak talebinde bulunan Moğol kökenli Tung- huları ağır bir şekilde cezalandırmış, dünyada bir eşi dahi bulunmayan bir taktikle Çin imparatorunu kuşatıp, vergiye bağlamış, Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan toplulukları Hun hâkimiyeti altında toplayarak, Hun siyasî birliğini kurmuş ve Hun Devleti’ni sadece Orta Asya’nın değil, bütün Asya’nın, hatta bütün dünyanın en büyük gücü haline getirmiştir. Zaman zaman Çin üzerinde siyasî baskısını hissettirerek, Hun halkına uzun bir barış ve huzur dönemi yaşatmıştır.
. Mete’den Sonra Hun Devleti
. 174 yılında ölen Mete, geride geleceği parlak, devasa bir devlet bıraktı. Bu sırada Hun Devleti, gücünün ve kudretinin doruk noktasında bulunuyordu. Yerini alan oğlu Ki-ok (Kayı?, M.Ö. 174-160), Çin’i baskı altında tutma ve bu devlet ile ticarî ilişkileri devam ettirme şeklinde olan babasının politikasını aynen korumaya gayret etti. Bu gaye ile M.Ö.
161 yılında, büyük bir ordunun başında Çin’in merkezine kadar ilerledi. İmparatorun sarayını yıkarak, Hun baskısının azalmadığını gösterdi. Bundan sonra Çin ile ilişkilerini barış temeline oturtan Ki-ok, bir Çinli prenses ile evlendi ve Hun ekonomisinin eksiği olan maddeleri, hediye adı altında Çin’den temin etmeye devam etti.59
Ki-ok, Çin’i baskı altına aldıktan sonra İpek Yolu üzerinde oturan Yüe-çilerin üzerine yöneldi. Vurduğu ağır bir darbe ile Yüe-çilerin gücünü tamamen kırarak, bu kavmi göç etmeye zorladı. Ki-ok’un vurduğu darbeden sonra Orta Asya’yı terk ederek, bugünkü Afganistan, Pakistan ve Kuzey Hindistan’a gelen Yüe-çiler, burada büyük İskender zamanından kalan Grek kolonilerine son verip, Kuşan adıyla anılan yeni bir devlet kurdular (M.Ö. 138). İpek Yolu ise, tamamen Hunların eline geçti.
Ki-ok’un yerini alan oğlu Kün-çin, (Kursan, M.Ö. 126), dedesi ve babası ölçüsünde başarılı bir lider değildi. Daha doğrusu, o, ne seleflerinin otoritesine ne de yeteneklerine sahipti. İdarede yetersiz kaldı. Bu yüzden, Hun iktidarı sarsıntılar geçirmeye başladı. Kün-çin, Çin ile anlaşma halinde olmasına rağmen, bazı Hun boylarının bu ülkeye olan akınlarını önleyemedi. Bu boylar, Hun tarzında hazırlanmış olan Çin birliklerinin karşısında pek fazla başarılı olmadılar. Artık, ufak çapta da olsa Çinliler, Hun akınlarını sınır boylarında durdurmayı ve geri püskürtmeyi başardılar. Böylece, Çinlilerin gözünde Hunların yenilmezliği fikri yavaş yavaş yıkılmaya başladı.60
G. Hun-Çin İlişkilerinin Yeni Safhası
1. İpek Yolu Mücadelesi
Başlangıçtan beri, kuzey-güney istikametinde cereyan eden Hun-Çin mücadelesi, M.Ö. II. yüzyılın ikinci yarısından sonra doğu-batı şeklinde birden yön değiştirmiştir. Bunun başlıca sebebi, Hunların elinde bulunan zengin İpek Yolu’nu Çin’in ele geçirmek istemesidir. Öte yanda, bu tarihte Hun-Çin mücadelesinin sadece yönü değil, mahiyeti de değişmiştir. Hun akınları karşısında önceleri devamlı savunmada olan Çinliler, M.Ö. II. yüzyılın sonlarına doğru savunmayı terk edip, tıpkı Hunlar gibi saldırıya geçmişlerdir.
İpek Yolu’nun önemini ilk defa kavrayan ve dikkatlerini bu yol üzerine çeviren Çin hükümdarı, Wu-ti’dir. Wu-ti, İpek Yolu’nun geçtiği memleketleri tanımak ve bu memleketlerde oturan kavimlerle işbirliği yapma imkanını araştırmak üzere yüksek rütbeli bir subay olan Çang Kien’i görevlendirdi (M.Ö. 139). Bu casus, gizli görevini yaparken Hunlar tarafından yakalanarak, on yıl gibi uzun bir süre göz hapsinde tutuldu. Bir ara kaçmayı başaran Çinli casus, İpek Yolu’nu takip ederek, önce Vu- sunların, sonra Yüe- çilerin yanına gitti. Hunlardan çok korkan her iki kavmi de Çin ile işbirliği yapmaya ikna edemedi. Çang Kien, geri dönerken tekrar Hunlar tarafından yakalandı. Fakat, bu defa tutsaklık uzun sürmedi. Bir fırsatını bulup kaçarak, Çin’e döndü. Çang Kien, on yıl içinde edindiği bilgileri bir rapor haline getirerek, imparatora sundu. Bu rapor, bundan böyle Çin’in batıya doğru yayılma politikası için başlı başına bir kılavuz oldu.61 Bundan sonra Çin imparatoru, Hun tarzında oluşturduğu 140 bin kişilik ordusunu harekete geçirerek, İpek Yolu üzerindeki ülkeleri ve şehirleri istilâ etmeye başladı. Böylece, Cungarya, Tanrı (T’ien- shan) dağları, Turfan, Kuça ve Yarkent gibi Hunlara ait topraklar birer birer elden çıktı.62
Bu durum, Hun devlet gelirlerinde büyük kayıplara yol açtı. Çünkü Hunlar, İpek Yolu’nu kullanan tüccarların kazançlarının bir kısmını geçit ve koruma vergisi olarak hazinelerine almaktaydılar. Ayrıca, Çin’den hediye adı altına sağlanan giyecek ve yiyecek maddeleri de birdenbire kesildi. Öte yandan, gittikçe artan ekonomik darlık, Hun birliği içindedeki boyların devlete olan bağlılıklarını zayıflatmakta ve azaltmaktaydı. Hunların durumunu adım adım izleyen Çin, pusuda avının olgunlaşmasını bekliyordu.
2. Hun İktidarını Hedef Alan Yıkıcı Çin Politikası
Çin, Hunların sadece zayıf değil güçlü zamanlarında da tehlike olmaya devam ediyordu. Çin imparatorları, özellikle barış zamanlarında Hun Şan-yülerine eş olarak gönderdikleri Çinli prenseslerin maiyetlerinde Hun ülkesine birçok ajan sokmaktaydılar. Bu ajanlar, Hun beyleri ve Hun toplulukları arasında sinsice nifak tohumları ekiyorlardı. Çin, ayrıca, ticaret yoluyla Hun ülkesine bol miktarda ipek ve lüks eşya göndererek, Hun topluluklarını rahata ve zevke alıştırıyordu. Halbuki, rahat ve zevk düşkünlüğü, atlı-göçebe ve akıcı hayat tarzına tamamen aykırı idi.63 Lüks hayat, onların mücadeleci ruhlarını gevşetiyor, savaşçılık yeteneklerini körletiyordu. Bu, hiç şüphesiz, dışarıdan çökertilemeyen kalenin içeriden çökertilmesi demekti.
Öte yandan bazı Hun beyleri, kendilerini Çin medeniyetinin şaşasına kaptırıyor ve özentide çok ileri safhalara kadar gidiyorlardı. Çin hayat tarzına karşı aşırı derecede özenti, ilk defa Şan-yü Ki-ok zamanında ortaya çıkmıştır. Çin ipeklileri ile yemeklerinden çok hoşlanan Ki- ok, özentide o kadar ileri gitmiştir ki, bir ara veziri Chung-han-yüeh şu sözlerle kendisini uyarmak zorunda kalmıştır: "Bütün Hunların sayısı Çin’in bir sınır eyaletindekine bile eşit olamaz. Halbuki (nüfusun çokluğu bakımından), Çin daha güçlüdür. Ayrıca, onların giydikleri ve yiyecek maddeleri de tamamen başkadır. Şimdi, Hun Şan-yüsü, örf ve âdetlerini değiştirerek, Çinlilerin kullandığı elbiseleri ve yiyecek maddelerini almak isterse, Hunların tamamen Çinlilerin etkisi altına girmesi için, onların mamullerinden onda ikisini elde etmesi yetecektir”.64
. Hun Devleti’nin Bölünmesi ve Sonu
Hunların güçlü zamanlarında pek etkisi görülmeyen bu olumsuz durumlar, daha sonraki zayıf hükümdarlar zamanında tam bir huzursuzluk kaynağı oldu. Bir de buna ekonomik darlık ile Çin’in gittikçe artırdığı siyasî baskılar eklendi. Böylece, Hun iktidarında derin çatlaklar belirmeye başladı. İç ve dış baskılara dayanamayan Hun Şan-yüsü Ha-han-yeh, vezirinin de tavsiyesi üzerine Çin hâkimiyeti altına girerek, durumunu kurtarmak istedi. Fakat bu durum tepkisiz kalmadı; Hun devlet meclisinde sert tartışmalara yol açtı (M.Ö. 58). Bu tartışmaların sonucunda Hunlar istiklâli feda edenler ve etmeyenler olarak iki kısma ayrıldılar. İstiklâli feda etmek istemeyenlerin başında Ho-han- yeh’in kardeşi Çi-çi bulunuyordu. İstiklâli feda etmek isteyen Ho-han-yeh ve taraftarları, yaptıkları tercih ve seçim için şu gerekçeyi ileri sürüyorlardı: "Bu olmamalı! (Devletlerin de) hem güçlü hem de güçsüz zamanları olur. Şimdi Çin, ezici güce sahip. Şehir devletleri ile Vu-sunlar, tıpkı bir cariye gibi hep Çin’e bağlandılar. Şan-yü Tsu-t’e-ho zamanından beri devlet -bir daha birleştirilemeyecek şekilde- bölünüyor. Bundan dolayı, Çin’in üstün gücü karşısında boyun eğmek gerekir. Aksi takdirde tek bir gün bile rahat yüzü görülemez. Çin’in yüksek hâkimiyeti altında barış ve sükûnet bulunabilir. Yoksa tehlikeler içinde batıp gidilir. Acaba bundan daha iyi öğüt verilebilir mi?”65
-han-yeh ve taraftarlarının bu sözleri, maddeten ve manen çöküş halini yaşayan insanların psikolojisini yansıtmaktadır. Gerek millet hayatında olsun, gerek fert hayatında olsun, maddî çöküş, manevî çöküşü de beraberinde getirmektedir. Bu hali yaşayan insanların, hem kendilerine hem de milletlerine güvenleri yoktur. Kurtuluşu da, kendi güçlerinde değil, başkalarının güçlerinde ve desteklerinde görürler. İşte, Ha-han-yeh ve taraftarlarının hali bu idi.
-çi ve taraftarları ise, kurtuluşu başka bir devletin desteğinde ve himayesinde değil, kendi güçlerinde görmekteydiler. Türklerin istiklâle verdikleri değeri göstermesi bakımından Çi-çi ve taraftarlarının Çin yıllıklarına yansımış olan fikirlerini aynen buraya alıyoruz: "Hunlar cesareti ve kuvveti takdir ederler. Bağımlı olmak ve kölelik onlara en âdi bir şey olarak gelir. At sırtında savaşmak ve mücadele etmek suretiyle devlet kuruldu. Kavimler arasında kuvvet ve otorite kazanıldı. Yiğit cengaverler ölünceye kadar savaşmalı ki, varlığımızı devam ettirebilelim. Şimdi iki kardeş, taht için mücadele etmektedir. Sonunda ya büyüğü ya küçüğü devlete sahip olacaktır. Gerçi şimdi, Çin bizden daha güçlüdür; fakat (bu durumda bile) Hun ülkesini ilhak edemez! Niçin, kendimizi Çine bağımlı kılalım? Atalarımızın devletini Çinlilere devredelim? Bu, ölmüş atalarımıza büyük hakaret olur. Böylece, komşu devletler arasında gülünç duruma düşeriz. Evet, bu suretle (Çin’e bağlanmak) sükunet tekrar tesis edilebilse bile, kavimler arasında yeniden üstünlüğümüzü elde edebilir miyiz? Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti artacak. Oğullarımız ve torunlarımız daima devletin hâkimi olacaklar”.66
Bu fikrî tartışmadan sonra Ho-han-yeh ve Çi-çi arasında uzun bir taht mücadelesi başladı. Bu mücadeleyi, Çin’in desteğini arkasına alan Ho-han-yeh kazandı. Böylece Hun Devleti, Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı (M.Ö. 54).
Öte yandan, İstiklâli feda etmeyi "gülünç ve utanç verici” bulan Çi-çi, kendisini destekleyen beyleri ve boyları yanına alarak, batıya çekildi. Tanrı dağlarının kuzeyinde oturan Vu- sunların direnişini kırdı.67 Tarbagatay bölgesindeki Ogurları, İrtiş kaynak havzasındaki Ting-lingleri ve Kırgızları itaat altına aldı. Bundan sonra Çu-Talas havzasına yerleşen Çi-çi, burada kendisine, etrafı surlarla çevrili yeni bir başkent kurdu (M.Ö. 41).
-çi’nin bu hızlı yükselişi, kuvvetler dengesini daima elinde tutmak isteyen Çin’i telaşlandırdı. Çi-çi’nin üzerine, Ho-han-yeh kuvvetleriyle destekli 70 bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu ordu, Çi-çi’yi başkentinde kuşattı. Çi-çi, böyle bir harekâtı beklemediği için Çin ordusuna hazırlıksız yakalandı. Milliyetçilik fikrini ilk defa devlet politikası haline getirmiş olan Çi-çi, burada, Çin’e ve kardeşine karşı tarihin en dramatik istiklâl mücadelesini verdi. Çin ordusu, Talas ırmağı kıyısındaki surlarla çevrili olan Hun başkentini tamamen tahrip ettikten sonra Çi-çi’nin sarayına ulaştı. Bütün şehir, sokak sokak, oda oda didik didik edildi. Başta Çi-çi olmak üzere tiginler, hatunlar ve saray mensuplarından 1518 kişi, devlet ve istiklâl uğruna hayatlarını kaybettiler. Böylece, Batı Hun Devleti’nin siyasî varlığı tamamen sona erdi (M.Ö. 36). Çi-çi’ye bağlı olan Hun boyları ise, bölgede dağınık bir hayat yaşamaya başladılar.
Sonuç olarak, Çi-çi ve taraftarları, istiklâl mücadelesini hayatlarıyla birlikte kaybettiler; fakat onlar gelecek nesillere ölmez bir ideal ve örnek bıraktılar.68 Çünkü, Türk istiklâlinin bu eşsiz kahramanları, daha mücadeleye girmeden önce, "oğullarının ve torunlarının daima devletin hâkimleri olacakları” inancını taşıyorlardı. Gerçekten de onlar, istiklâl ve devletleri uğruna hayatlarını kaybetmişler, fakat inançlarını yaşatmayı başarmışlardır. Zira, bir süre sonra oğullarının ve torunlarının ruhunda istiklâl fikri tekrar uyanmış, dedelerinin uğrunda hayatlarını kaybettikleri devlete ve istiklâle tekrar kavuşmuşlardır.
İç bunalımlara ve dış baskılara daha fazla dayanamayarak bağımsızlığını yitirmiş olan Ho- han- yeh’e bağlı Hunlar, milâdın ilk yıllarından itibaren yavaş yavaş toparlanmaya başladılar. Mete’nin politikasını canlandırmayı başaran güçlü devlet adamı Yü Şan-yü (M.S. 18-46), Hunlara tekrar bağımsızlığını kazandırdı. Çin’i baskı altına aldı. Uzun süren saltanat döneminde tıpkı Mete gibi Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan kavimleri bir bayrak altında toplamaya çalıştı. Fakat, bu Şan- yü’nün son zamanlarında başlayan kıtlık ve hayvan kırımları (yud), Hunlar arasında yeni bunalımlara sebep oldu.69 Şan-yü’nün oğlu P’u-nu ile yeğeni Pi arasında sonu gelmez bir taht kavgası başladı. P’u-nu, yeğenini bertaraf edip, Hun birliğini sağlayamadı. Pi, kuzeye çekilerek, kendisini Şan-yü ilân etti. Böylece Hunlar, Kuzey ve Güney Hun Devleti olmak üzere ikiye ayrıldılar (M.S. 48).
Bu iki Hun devleti arasındaki en belirgin fark, Güney Hun Devleti’nin sonuna kadar Çin’e bağımlı kalması, Kuzey Hun Devleti’nin de, daima bağımsızlığını korumuş olmasıdır.70
Güney Hun Devleti, Çin’in tayin ettiği kukla Şan-yüler tarafından yönetildi. Bu yüzden Şan- yülerin hiçbiri bağımsız bir siyaset izleyemedi. Öte yandan Güney Hun Devleti, Çin ile Kuzey Hunları arasında tanpon görevi yaparak, Türk tarihinde kötü bir rol oynadı.
Kuzey Hunları ise, Çin’e ve Çin’in kışkırttığı kavimlere karşı büyük bir azim ve kararlılıkla mücadele ettiler. İstiklâllerini sonuna kadar korudular. Fakat, vaktiyle Mete’nin ağır bir şekilde cezalandırdığı Tung-huların torunları olan Wu-huanların ve Sien-pilerin devamlı baskılarına maruz kaldılar. Bu baskılara daha fazla dayanamayan Kuzey Hunları, 155 yılından sonra Moğolistan’ı boşaltmak zorunda kaldılar. Böylece, Türk ana yurdundaki Hunların siyasî varlığı tamamen sona erdi. Kuzey Hunlarının yerini, Wu-huan ve Sien-pi kavimleri aldılar. Hun boyları ise, batıya çekilerek, Kırgız (Kazak) bozkırlarında yaşayan soydaşlarına katıldılar.
Kuzey Hun Devleti’nin çökmesi, İpek Yolu’nun üzerinde bulunan ülkeleri işgal etmek için Çin’i harekete geçirdi. Tarihin önüne çıkardığı bu fırsatı değerlendirmesini bilen Çin, Doğu ve Batı Türkistan’ı ele geçirmek üzere bir ordu görevlendirdi. Çin ordusunun başında bulunan yetenekli komutan Pan-cao, 30 yıl gibi uzun ve sürekli bir mücadelenin sonucunda İpek Yolu’nun içinden geçtiği Doğu ve Batı Türkistan’ı tamamen işgal etti. 71
Öte yandan, Çin egemenliği altında bulunan Güney Hun Devleti’nde ise, huzur bir türlü sağlanamadı. Hun boyları sık sık kukla hükümdarlara karşı ayaklandılar. Hun hükümdarları, bu ayaklanmaları Çin’in de yardım ile güçlükle bastırdılar. Çin hükümeti tarafından tayin edilen Hun Şan- yüsü, tamamen Çin’e bağlanmak isteyince, Hun beyleri tarafından öldürüldü. Yerine tayin edilen Şan- yüler ise, duruma hâkim olamadılar. Bunun üzerine Çin, son Hun Şan-yüsünü hapsetti. Hun topraklarını da ilhak etti. Böylece, Güney Hun Devleti’nin siyasî varlığı sona erdi (216).
İ. Hunların Halefleri
Kuzey Çin’de Kurulan Hun Devletleri: Çin politikasının başlıca hedefi, kendisi için tehlikeli olarak gördüğü Hun Türklerinin siyasî varlığına tamamen son vermekti. 216 yılında Güney Hun Devleti’nin siyasî varlığına son vererek bu amacına ulaşan Çin, Hun boylarını Kuzey Çin’de beş ayrı bölgeye yerleştirip, idarelerini kendi valilerine vermek suretiyle uzun süre rahat bir nefes aldı. Sayıları 19’u bulan Hun boyları, Kuzey Çin’de bir asır hareketsiz kaldılar. Fakat, Çin için bu yetmiyordu. Onun asıl amacı, Hunları Çinlileştirmek idi.72 Bazı Hun boyları, Çin’in eritme politikasına rağmen, uzun süre millî varlıklarını korudular. Bu arada Mete soyundan gelen Hun beyleri, Çin’de kısa ömürlü küçük devletler kurdular. Sayıları 16’yı bulan bu devletlerin en önemlileri şunlardır:
1. I. Chao (veya Ön Chao) Devleti (304-329),
2. II. Chao (veya Arka Chao) Devleti (319-351),
3. Kuzey Liang Devleti (401-439), 4. Hsia Devleti (407-431).73
Göktürkler: Daha sonra Göktürk Devletini kuracak olan "Aşina” aileleri, Kansu bölgesinde kurulmuş olan Kuzey Liang Devleti’ne bağlı boylar arasında yaşıyordu. Çin’de bir devlet kurmuş olan Tabgaç Türk Hanedanı (338-557), 439 yılında vurduğu ağır bir darbe ile Kuzey Liang Devleti’ne son verdi. Bu darbeden kaçarak kurtulabilen 500 Aşina ailesi, zamanın en büyük devletine sahip olan Avarlara sığındı.74 İşte Hunların devamı olarak Göktürklerin tarih sahnesine çıkışları, bu olağanüstü olaydan sonra olmuştur.
şeklinde olan Tabgaç darbesi, uzun yıllar Aşina ailelerinin hafızasından silinmemiş, ünlü Göktürk Ergenekon Destanı’na konu olmuştur. Destanda, Aşina boyunun dişi bir kurttan türediği ve bu kurdun Aşina boyuna kılavuzluk ettiği inancı hâkim bir tema olarak işlenmiştir.
Avrupa Hunları: Batı Hunları Şan-yüsü Çi-çi’nin Çin karşısında hayatıyla birlikte kaybettiği istiklâl mücadelesinden sonra Kırgız bozkırlarında toplanan Hun kütleleri, burada başlarında boy beyleri olduğu halde dağınık bir şekilde yaşamaya başladılar. Kuzey Hun Devleti’nin Orhun bölgesini Sien-pi ve Wu-huan kavimlerine kaptırmasından sonra (155), bu boylar, kendilerine katılan yeni Hun kütleleriyle kuvvetlerini artırdılar. "Avrupa Hunları”nın ataları olan bu Hun kütleleri, 350 yıllarına doğru teşkilâtlarını tamamlamış olmalılar ki, batı yönünde harekete geçtiler. İlk olarak, Aral gölünün kuzeyindeki Alan ülkesini ele geçirdiler (355). Buradan ilerlemelerine devam ederek, 374 yılında Etil (Volga) nehrine ulaştılar. Aynı tarihte Etil nehrini geçip, Avrupa’nın ufkunda göründüklerinde Hunların başında Balamir adında bir başbuğ bulunuyordu.
Ak Hunlar: 350 yılları dolaylarında, Altay dağları çevresindeki yurtlarından ayrılan bir grup Hun kütlesi, Güney Kazakistan bozkırlarına gelip yerleşti. Ak Hun veya Eftalit adıyla anılan bu Hun kütleleri, burada daha fazla kalmadılar. Bilinmeyen bir sebepten dolayı Afganistan’ın Toharistan bölgesine indiler.75 Burada İran Sâsânî Devleti ile temasa geldiler. Sâsânî Devleti’ndeki iktidar kavgalarına karışan Ak Hunlar, bir taraftan İran’daki gelişmelere yön verirlerken, diğer taraftan bölgedeki hâkimiyetlerini Kuzey Hindistan’a kadar genişlettiler. Fakat, kısa sürede hâkimiyetlerini bütün Orta Asya’ya yayan Göktürkler, İran Sâsânî Devleti ile anlaşarak, 557 yılında Ak Hunların siyasî varlığına son verdiler. Ak Hun toprakları, Ceyhun nehri sınır olmak üzere iki devlet arasında paylaşıldı.
Prof. Dr. Salim KOCA
Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye.
|
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder