19 Aralık 2018 Çarşamba

KIRIM'DAN TÜRKİYE'YE



***Kırım’dan Türkiye’ye Kırım Tatar Göçleri***

Doç Dr. Hakan KIRIMLI.


Kırım’dan Türkiye’ye kitle göçleri, esas olarak 1783’de Kırım Hanlığı’nın ortadan kaldırılarak Rusya İmparatorluğu’nun Kırım’ı ilhâkını müteakip gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, 1783 öncesinde de Kırım’dan Osmanlı topraklarına pek bilinmese de, azımsanmayacak boyutlarda göçler olmuştur.

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti arazisi üzerinde Kırım’dan gayet eski tarihlerde gelmiş insanlara ait muhafaza edilebilmiş veriler mevcuttur. Meselâ, XVI. asrın son çeyreğinde Altın Orda Hanı Toktamış Han tarafından Kırım’dan binlerce Kıpçak’ın (o dönemde henüz Osmanlı hâkimiyetinde olmayan) Kars ve Iğdır havalisine iskân edildiğini biliyoruz. Günümüzde Iğdır ve Erzurum’da çok ünlü bir sülâle olan Hatunoğulları daha Kırım Hanlığı kurulmamışken bölgeye yerleştirilen bu insanların soyundan gelmektedir. Hatunoğulları bu geçmişlerini bilgi ve saygıyla hatırlamaktadırlar.
Altın Orda’nın mirasçısı olan Kırım Hanlığı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun XV. yüzyılın son çeyreğinde ittifaka girmesini müteakip Kırım’dan gerek askeriye gerekse ilmiye sınıfından ferdî olarak Osmanlı topraklarına pek çok gelenler oldu. Bunlar arasında Osmanlı mülkî, ilmî, askerî, iktisâdî ve ictimâî hayatında fevkalâde temâyüz eden insanlar da çıktı. Ayrıca münferit Kırım Tatar grupları Osmanlı Rumelisi, Osmanlı Anadolusu ve Osmanlı Suriyesi’ne gelip yerleştiler. Meselâ, İlber Ortaylı XV. asırda Kırım’dan gelerek Tekfurdağı’na (Tekirdağ’a) yerleşen bir cemaate rastladığını kaydeder. Aynı şekilde Anadolu’nun Karadeniz kıyılarına muhtelif sebeplerle XVI., XVII. ve XVIII. asırlarda yerleşen Kırım Tatarlarının izlerine bugün dahi rastlamak mümkündür. Geniş Osmanlı coğrafyasının akla bile gelmeyecek köşelerinde dahi Kırım kökenli böyle fert veya gruplara rastlanabileceğine şüphe yoktur. Ancak, sözünü ettiğimiz bütün bu “erken” göçler, nihayetinde şahsî yahut konjonktürel sebeplere bağlı, demografik açıdan kritik denilemeyecek boyutlardaki nüfus hareketlerinden ibarettirler.
Kırım’dan Osmanlı İmparatorluğu’na asıl kitle hicreti dediğimiz ve son derece dramatik neticeleri olan muazzam sosyal olgu muhakkak ki Kırım Hanlığı’nın yıkılmasına takaddüm eden yıllarda başlayan bir süreçtir.

Kırım’ın kaderine damgasını vuran 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rusya ordusu 1771’de Kırım’a girmeyi başardı. 1774’de imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Rusya İmparatorluğu güyâ Kırım Hanlığı’nın bağımsızlığını tanıdıysa da, hedefi Kırım’ı şartlar olgunlaştığında ilhak etmek olduğundan, hanlığın idaresine mümkün olan her türlü müdaheleyi yapmaktan geri durmadı. Neticede, 1783’e kadarki yaklaşık on yıllık süre içinde Kırım, Rus müdahelelerine doğrudan bağlı ve gayet kanlı bir iç savaşın içine girdi. Bu dönemde üst rütbelerdeki pek çok Kırımlı idareci ile bir o kadar da asker ve halktan insanlar Osmanlı ülkesine iltica etmek zorunda kaldılar. Kısa zaman içinde vatanlarına dönmeyi uman bu mülteciler aslında iki yüz yılı aşkın bir müddet devam edecek olan devâsa bir nüfus akımının ilk kısmıydı.

Nihayet 1783 yılında Rusya İmparatorluğu, Kırım’ı topraklarına ilhak ettiğini resmen ilân etti. İlhâkı müteakip, Rus fâtihlerin ilk işleri Çarlık hâkimiyetini benimsemeyeceği açık olan unsurları, özellikle de eski hanlığın siyâsî elitini yarımadadan uzaklaştırmak oldu. Nitekim, Kırım hanlık hânedânı Geraylar, Ruslara karşı ön saflarda savaşmış olan beyler, mirzalar, diğer askerî ve dinî önderlerle onların yakınları Kırım’dan çıkarılarak Osmanlı ülkesine sürüldüler. Ne var ki, bu sürgünler sadece ilk ve âcil tedbirler mahiyetindeydi. Rusya idarecileri yalnızca bu eski hanlık yöneticilerinden değil, bizzat Kırım Tatar halkının Kırım’daki varlığından rahatsızdılar.Rusya ileri gelenleri ilhak ettikleri bu ülkenin orada meskûn “zararlı unsurlar”dan temizlenmesi gereğini açıkça ifade ediyorlardı.Kırım, Rusya İmparatorluğu’nun hiç bir yeri ile kıyaslanamayacak kadar güzel, büyüleyici tabiî özelliklere sahip olduktan başka, aynı zamanda son derece büyük stratejik önemi de hâizdi. Öncelikle İstanbul’u ve Akdeniz’i hedef alan Rus yayılma hedefleri için olmazsa olmaz bir atlama taşını teşkil etmekteydi. Dahası, Kırım Tatarlarının Rusya’yı iki asır hâkimiyeti altında bulundurmuş olan Altın Orda İmparatorluğu’nun mirasçıları olmaları, bu halka geçmişin derine işlemiş intikam duygularıyla bakılmasına yol açıyordu. Bu bakımdan, en baştan itibaren Rusya Devleti’nin Kırım’a yönelik kesin ve gayet açıkça ikrar edilen siyaseti, burayı yerli Türk-Müslüman ahalisinden yani Kırım Tatarlarından temizleyip yerlerini Ruslarla, bu mümkün olmazsa diğer Hıristiyan unsurlarla, doldurulmak yönünde olmuştur.




Rusya devlet yetkilileri gerek XVIII. asrın sonunda gerekse XIX. asır boyunca Kırım Tatarlarının Kırım’dan çıkmasının Rusya açısından fevkalâde hayırlı bir hadise olduğunu daima ifade edegelmişlerdir. Nitekim, Rusya İmparatorluğu’nun en üst seviyedeki idarecileri tarafından yazılan ve Kırım Tatarlarının Türkiye’ye göçlerinin önlenmemesi, hattâ teşvik edilmesi gerektiğinin vurgulandığı bir çok belgeler mevcuttur. Bununla birlikte, konjonktürün her zaman aynı siyasetin uygulanmasını mümkün kılmadığı da açıktır. Her ne kadar esas olarak Kırım Tatarlarının Kırım’ı terk etmeleri arzu edilse de, ânî ve kitlevî tahliyelerin gerek Kırım, gerekse Rusya ekonomileri bakımından ciddî zararları olduğu için göçler kontrollü ve ekonominin kaldırabileceği ölçülerde gerçekleşmeliydi. Kaldı ki, 1861’e kadarki dönemde Rusya’da serflik olduğundan, istenilen sayıda insanı istenilen yerde iskân edebilmek kolay değildi.Bu sebeple Balkanlardan İtalya ve Almanya’ya kadar ne kadar Hristiyan unsur varsa Kırım’a davet ediliyordu. Hattâ, İmparatoriçe II. Yekaterina’nın kocası ve dönemin en önemli devlet adamı olan Grigoriy Potyomkin tarafından Kırım’a İngiltere’den getirilecek suçluların iskân edilmesi bile teklif edilmişti.Yani İngiltere’de ne kadar mahkûm ve sabıkalı varsa, bunlar nihayetinde Hristiyan unsurlar oldukları için (sonradan Avustralya’da yapılacağı gibi) memnuniyetle Kırım’a yerleştirilecekler ve bu Yeşil Ada’nın “detatarizasyonu”nda rol alacaklardı!

1770’lerden itibaren Kırım’dan Osmanlı topraklarına doğru dalgalar halinde başlayan Kırım Tatar göçü 1920’lere kada tek bir yıl bile durmadan devam etmiş, hattâ bazı kesintilerle günümüze kadar sürmüştür. Bu göçler bazı yıllarda çok büyük dalgalar halini alır ve hem Kırım’ın hem de göçlerin yapıldığı Osmanlı Anadolu ve Rumelisi’nin demografisini kökünden değiştirirken, diğer yıllarda ise nisbeten münferit ama yine hiç de azımsanmayacak boyutlarda gerçekleşmiştir. Bir tahmine göre, 1783-1922 yılları arasında Osmanlı ülkelerine göç eden Kırım Tatarlarının sayısı en az 1.800.000 idi.1Çeşitli sebeplerden gerek Rus gerekse Osmanlı kayıtlarının her göç dalgasının boyutlarını yeterli doğruluk dereceleriyle yansıtamadıkları hatırlanacak olursa, daha yüksek bir rakam dahi sözkonusu olabilir. Her halükârda, XIX. yüzyıl içinde ülkelerini terk eden Kırım Tatarlarının sayısının kalanlardan çok daha fazla olduğu kesindir.





Göçlerin aslî sebebi hiç şüphesiz siyasîdir: Göç eden unsur yani Kırım Tatarları yerine göre canlarını, mallarını veya kimliklerini Rusya idaresinin doğrudan tehdidi altında hissettikleri için vatanlarını terk etmek zorunda olduklarnı düşünmüşlerdir.Diğer taraftan, Rusya da onların Kırım’dan uzaklaşmalarını siyaseten yararlı görmüştür. Bu durumda, iki yüz yıla yayılan göç süreci içinde konjonktürel sebepler olarak beliren sosyal, ekonomik, kültürel ve psikolojik faktörler de aslında bağımsız veya birincil unsurlar değil, temelde siyâsî faktörün doğurduğu neticelerdi. Şu cümleden, XIX. asır boyunca en çok öne çıkan hicret sebeplerinden birisi Kırım Tatar köylüsünün büyük ölçüde topraksızlığı ve Kırım Tatar toplumunun genel olarak ekonomik sahada tam bir çöküş içine girmesiydi. Ne var ki, bu ekonomik ve sosyal kriz, 1780’li yıllardan itibaren Rusya Devleti’nin bilinçli olarak uyguladığı Kırım topraklarının yağmalanması ve Kırım’ın günlük hayatına her bakımdan Kırım Tatar olmayanların hâkim kılınması siyasetinin türevinden başka bir şey değildi. XVIII. asır sonlarından itibaren Kırım atarlarının elindeki topraklar (özellikle de hanlık ve vakıf toprakları), Rus hükûmeti tarafından devlet arazisine çevrilmiş yahut Hristiyan şahıslara dağıtılmıştı.Göçlerin ortaya çıkmasında büyük önem taşıyan dinî baskılar da nihayetinde bu siyasetin parçalarıydı. Milliyet fikrinin henüz İslâm âleminde teşekkül etmediği bir ortamda, Dârü’l-Harb’den Dârü’l-İslâm’a gidilmesi düşüncesi (hicret kavramının İslâmiyet’deki yerine de atıfla) gerçekten pek çok Müslüman cemaat lideri tarafından uygun görülmekteydi. Bir cemaatin göçü muhakkak ki çevresindeki diğer cemaatleri de etkiliyordu. Her yeni göç dalgasına sebep teşkil eden daimî ve konjonktürel problemlerin yanısıra, Kırım’daki Kırım Tatar nüfusunun (diğer unsurlara nazaran) oranının azalması geride kalanların durumunu daha da zorlaştırıyor ve onların da bir süre sonra göçü düşünmelerine yol açıyordu. Yalnız Ruslar ve diğer halklar tarafından değil, bizzat kendilerince de Kırım’ın Kırım Tatar sakinlerinin çoğunluğu potansiyel muhacirler olarak telâkki edilmekteydi. Ancak, Kırım Tatar toplumunun iç dinamiklerine ait gibi görülen bu sosyo-kültürel ve psikolojik olgular da nihayetinde hâkim devletin tavırları ve siyasetine bağlı olarak ortaya çıkıyorlardı.
1783 sonrasında kitle göçü mahiyetindeki ilk dalga 1792-1793 yıllarında gerçekleşti. Bunu 1802-1803, 1812-1813 ve 1830’lu yıllardaki dalgalar takip etti. 1802-1803 dalgası hariç tutulursa, bu göç dalgalarının Osmanlı-Rus harplerinden hemen sonra vuku bulması dikkat çeker. Bu tesadüfî değildir. Gerçekten de, her Osmanlı-Rus savaşında Rusya hükûmeti Kırım Tatarlarını Osmanlıların Kırım’daki beşinci kolu olarak görmüştü. Esasen Kırım Tatarlarının Osmanlılara yönelik sempatisi herkesin bildiği çok açık bir vakıaydı. Bununla birlikte, XIX. yüzyıl ortalarına kadarki dönemde Osmanlı – Rus harpleri esnasında Kırım Tatarlarının Kırım’da Ruslara karşı sabotaj veya benzeri bir karşı harekete giriştiklerinin yahut oradaki Rus ahâliye karşı tavır aldıklarının örneği yoktur. Buna rağmen her savaş halkın üzerinde Rus baskısını artırdığı için göç dalgalarını getirmiştir.
En büyük göç dalgası ise yine yukarıda sözünü ettiğimiz faktörlere bağlı olarak 1853-1856 Kırım Harbi’nin müteakip on yıl içinde oldu. İlk defa bu harpte Müttefik orduları ve şu cümleden de Osmanlı silâhlı kuvvetleri 1854 Eylül ayında Kırım’da Kezlev sahiline çıktılar. Hakikaten de buralardaki Kırım Tatarları tarafından sempati ile karşılandılar. Kırım cephesindeki muharebeler savaşa tarihte “Kırım Harbi” isminin verilmesine yol açacak kadar önemli olmasına rağmen, bu süreçte Müttefik ordularının işgal ettikleri alan yarımadanın sadece küçük bir kısmına münhasır kalmıştır. Savaş esnasında Müttefikler tarafından işgal edilmiş olan Kırım şehirleri yalnızca Akyar (Sevastopol), Kezlev ve Kerç’den ibaretti. Diğer yerler ise savaş boyunca Rus hâkimiyetinde kaldı ve buralarda yaşayan Kırım Tatar halkı Rus yetkililerin büyük baskılarına uğradı. Hattâ Kırım’daki Rus Silâhlı Kuvvetleri Başkumandanı Büyük Knyaz General Aleksandr Menşikov 1854’de üst üste bir kaç defa Yalıboyu’nda yaşayan Kırım Tatarlarının kitle halinde Rusya içlerine sürülmesini emretti. Bu emrin yerine getirilememiş olması sadece savaş şartları içinde bunun için gereken imkânların bulunamamasındandı.Bununla birlikte, bazı köylerin bütün ahalisi Kursk Guberniyasına sürüldü. Bu yönde bir fikir yarım asır önce, 1803’de de dile getirilmiş ve o zaman da imkân yetersizliğinden uygulanamamıştı. Teknik imkânlar çok sonraları Stalin devrinde 1944’de temin edilecek ve kitle sürgünü bu sefer dehşet verici bir kesinlikle uygulanacaktı.
1856’da Müttefiklerce işgal edilmiş bölgelerdeki Kırım Tatarlarından on bin kadarı da, Müttefik orduları Kırım’dan çekilirken onlarla birlikte vatanlarını terk ederek Osmanlı topraklarına tahliye ve iskân edildi. Ancak bu ilk kafileler bir kaç yıl sonraki muazzam dalgaların sadece habercisiydi. Kırım Harbi’nin hemen sonrasındaki yıllar, Kırım Tatarlarına yönelik fiilî ve psikolojik baskıların arttığı bir dönem oldu. Bu gayet ciddî sosyal huzursuzluk ortamında Tatarların Rusya içlerine sürülecekleri söylentileri giderek yaygınlık kazanıyordu. Bundan ilk etkilenenler eski Kırım Hanlığı ahalisinin en önemli unsurlarından biri olan ve Kırım Tatar halkının bir parçası olarak olarak nitelendirebileceğimiz kuzeydeki Deşt-i Kıpçak (Kıpçak Bozkırı) arazisinde yaşayan Nogaylar oldu. Nogaylar 1859’da Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik olarak çok büyük bir göç hareketini başlattılar ve Kıpçak Bozkırları bu göçle tamamen boşaldı. O kadar ki, bir zamanların büyük ve şanlı Nogay toplumu bu muazzam dalga ve XIX. yüzyıl sonuna kadarki bir kaç daha küçük göç dalgası neticesinde asırlarca aslî unsuru olduğu Kıpçak Bozkırları’ndan silindi. Bu halkın günümüzde ancak Dağıstan’ın kuzeyindeki düzlüklerde kalabilen küçük bir kısmına bakanlar Nogayları bir Kuzey Kafkasya toplumu sanmakta ve onun asıl tarihî yayılma arazisini gözardı etmektedirler.
Nogayların Kırım üzerinden göçü yarımadadaki Kırım Tatarları arasında büyük bir paniğe yol açtı ve toplum hareketini tetikledi. “Halife’nin memleketine bugün gidilmezse yarın bu imkânın bulunamayacağı, kalanların zorla Hristiyan yapılacakları” söylentileri hızla yayıldı. Bu söylentiler doğru olmasa da, zaten ekonomik açıdan büyük bir çaresizlik içindeki topraksızlaştırılmış Kırım Tatar köylüleri üzerinde çok etkili oluyordu. Neticede, 1860’da ve (giderek azalmak kaydıyla) onu takip eden bir kaç yıl içinde en az 200.000 Kırım Tatarı sefilâne şartlar altında Türkiye’ye gitmek üzere Kırım’ı terk etti. O zamana kadarki en büyük göç dalgası buydu.Bu muazzam dalga Kırım Tatar halkının kaderinde en yıkıcı hadiselerden biri olmuştur. Göçle giden Kırım Tatarları maddî ve manevî açılardan perişan oldukları ve bunun neticesinde nüfus olarak kırılıp gittikleri gibi, geride kalan Kırım Tatarları da vatanlarında ilk defa nisbî azınlık haline düştüler. Yarımadanın ekonomisi ise çökme noktasına geldi. O kadar ki, başlangıçta Kırım Tatarlarının gidişini memnuniyetle karşılayan Rusya Devleti bile yarımadanın maruz kaldığı tahribat dolayısıyla göçü durdurmaya, hiç değilse yavaşlatmaya çalıştı.
1860-1861 göç dalgasından sonra da 1874, 1890 ve 1902’de yeni göç dalgaları olduysa da bunların sayıları yüz binlerle değil, on binlerle ifade olunuyordu. 1874 göçü, o vakte kadar mecburî askerlik vazifesinden muaf olan Kırım Tatarlarına bunun empoze edilmesiyle tetiklenmişti. Kırım Tatar halkının XIX. asrın son çeyreğinde İsmail Bey Gaspıralı’nın sahneye çıkmasıyla başlayan millî uyanış döneminde yeni milliyetçi aydınlar sosyal felâket haline gelen göçleri önleyebilmek için çok gayret sarfetmişler ve halklarını bu hususta bilinçlendirmeye çalışmışlardır.

Kırım Tatarlarının doğrudan Kırım’dan Türkiye’ye göçlerinden başka, pek farkedilmeyen ikinci bir göçleri daha vardır. XIX. yüzyılın ortalarına kadarki ve özellikle de 1860’lardaki göçlerle gelen Kırım Tatar muhacirleri Osmanlı topraklarının muhtelif bölgelerine, bu meyanda Osmanlı Rumelisi’ne de iskân edilmişlerdi. Rumeli’ne yerleştirilen Kırım Tatarlarından pek çoğu “93 Harbi”ni yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı yaşayarak, daha vatanlarından geleli 20 sene bile olmaksızın artık Bulgaristan yahut Romanya haline gelmiş olan iskân yerlerinde kendilerini tekrar Hristiyan idaresi altında buldular. Böylelikle, bu insanların çoğu ikinci bir hicrete, yani Rumeli’nden Anadolu’ya göçe başladı.
Diğer bir ifadeyle, 1878 sonrası Rumeli göçleri dediğimiz muazzam göçlerin içinde Kırım Tatarları da vardı. Bu tarihten sonraki bir yüzyılı aşkın süre içinde Bulgaristan’dan, Romanya’dan, Yunanistan’dan ve Makedonya’dan gelen muhacirler içinde Kırım Tatarları hep olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Bu bakımdan, Türkiye’de bazı yerleşim yerlerinde Romanya yahut Bulgaristan muhaciri denenler arasında aslen Kırım Tatar muhaciri olan pek çok kimse vardır. Hattâ bu sebepten, yani bir kısım Kırım Tatarlarının meselâ Romanya üzerinden Anadolu’ya gelmiş olmalarından dolayı onları “Romanya Tatarları” şeklinde ayrı bir kategori sananlar da çıkmaktadır.
XIX. ve XX. yüzyılda Osmanlı ülkesine yönelik olarak Kırım, Kuzey Kafkasya, Rumeli ve diğer yerlerden yapılan göçlerin hepsinin felâketlerle dolu olduğunu özellikle kaydetmek gerekir. Bu durum, göçe maruz kalan talihsiz halkların hepsi için geçerliydi. Perişan şartlardaki yolculuklarda gemilerin yahut ilkel taşıma araçlarının batmasıyla ve başka belâlarla yollarda helâk olanlar, iskânı bekledikleri yerlerde tarifsiz mahrumiyetler çekip aç ve açıkta kalanlar ve nihayet yerleştirildikleri mahallerde son derece namüsait tabiat şartları ve hastalıklar ile mücadele edenler ve böylece on binlercesi eriyip gidenler o dönem göçlerinin karakteristik parçalarıydı. Bazı muhacir köylerinde göçmenlerin kırılmasından ölüleri gömecek insan bile kalmadığı bugün dahi anlatılagelmektedir.

Osmanlı döneminde hicret eden Kırım Tatarları Rumeli’ne, Anadolu’ya, Suriye’ye ve geniş Osmanlı coğrafyasının çeşitli vilâyetlerine yerleştirildiler. Göçleriyle kendi vatanlarını boşaltan bu muhacirler Osmanlı İmparatorluğu’nun demografik dengesinde Türk ve Müslüman unsur lehine ciddî değişikliğe yol açtılar. Bugün de Türkiye’nin hemen her yerinde Kırım muhacirlerinin soyundan gelen insanlara ve onlar tarafından kurulmuş yerleşim yerlerine rastlamak mümkündür. Aynı şekilde, eski Osmanlı toprakları olan Bulgaristan, Romanya ve hattâ Yunanistan’ın Batı Trakyası’nda da Kırım Tatar muhacir halkının torunları olan on binlerce insan yaşamaktadır. Bugün büyük birer merkeze dönüşmüş bir çok yerleşim yeri Kırım Tatar muhacirleri tarafından kurulmuştur. Hâlen Romanya’nın Dobruca bölgesinin önemli şehirlerinden olan Mecidiye Kırım Harbi sonrasında gelen Kırım Tatar muhacirleri için Sultan Abdülmecid’in emriyle (ve onun adını taşıyarak) inşa edilmiştir. Çukurova’daki Ceyhan da ilk olarak 1859-1860 yıllarında gelen Nogay muhacirleri tarafından Yarsuvat adıyla bir köy olarak kurulmuş, onlardan hemen sonra gelen Kırım göçmenleriyle de gelişerek zamanla şimdiki halini almıştır. Yine Balıkesir’in Manyas ve Karaman’ın Ayrancı ilçeleri de önce Kırım Tatar muhacirleri tarafından köy olarak kurulup, bilâhare ilçe merkezine dönüşen yerleşim yerlerindendir.
Kırım’dan Osmanlı İmparatorluğu’na göçler Birinci Dünya Savaşı’na kadar ferdî boyutlarda da olsa devam etti. Rus İhtilâli’ni müteakip Kırım Tatarları Aralık 1917’de tarihteki ilk Müslüman ve Türk demokratik parlamentosunu (Kurultay) toplayarak Kırım Demokratik Cumhuriyeti esasını ilân ettiler. Ancak bu adımlar kalıcı olamadı. Bunu müteakip üç yıl boyunca Kırım Bolşevik ve anti-Bolşevik (Beyaz) Rus kuvvetleri arasında el değiştirdi. Bu kanlı arbedede yol bulabilen bazı Kırım Tatarları bu arada yine Türkiye’ye göçtüler.
Kasım 1920’de Kırım kesin olarak Bolşevik yani Sovyet hâkimiyeti altına girdi. Asıl büyük felâketler de bundan sonra başladı. Sovyet politikalarının doğrudan bir neticesi olarak 1921-1922 yıllarında Sovyet Rusya’da benzeri görülmemiş bir açlık meydana geldi. Bu açlıkta bütün Sovyet Rusya’da beş milyon civarında insan öldü. Kırım yarımadası da açlığın en feci sahneleriyle yaşandığı yerlerden biriydi. Nitekim, Sovyet rejiminin bütün engellemelerine rağmen açlıktan mahvolma durumuna gelmiş yaklaşık on bin Kırım Tatarı bulabildikleri deniz araçlarıyla Türkiye’ye iltica etti. Tam o günlerde Türkiye İstiklâl Savaşı vermekteydi. Buna rağmen, bu mülteciler Türkiye’ye kabul ve iskân edildikleri gibi, tam da Büyük Zafer günlerinde Türkiye’den Kırım’a açlık yardımı bile gitti.

Kırım’da Sovyetler hâkimiyetinin kurulmasıyla dış dünya ile irtibat bilfiil koptu. 1930’lu yılların başlarında Stalin, Kırım’da Türk pasaportu taşıyanları sınır dışı etti. Bunlar vaktiyle bir şekilde Türkiye’ye giderek Osmanlı pasaportu almış, ancak tekrar Kırım’a dönmüş olan Kırım Tatarları yahut onların soyundan gelenlerdi. Bu şekilde, sınır dışı edilen ve Türkiye’ye gelenlerin sayısı da 5-10 bin civarında olmalıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nda 1941 yılında Alman ordusu Kırım’a geldikten sonra Kırım Tatarlarından bir kısmı zorla Ostarbeiter (Doğu işçisi) sıfatıyla Almanya’ya götürüldü. Bunların yanısıra, Kızıl Ordu’da görev yapmaktayken Almanlara esir düşmelerini müteakip Alman ordusuna katılanlar da vardı. Savaş sonrasında Sovyet güçlerine teslim edilmekten mucizevî şekilde kurtulan Kırım Tatarlarından bir kaç bini 1940’ların sonlarında Orta Avrupa’daki mülteci kamplarından Türkiye’ye geldi.

1944’de Kırım Tatarları topyekûn Kırım’dan Orta Asya ve Urallar’a sürüldüler. Artık tek bir Kırım Tatarı’nın kalmadığı Kırım’dan Türkiye’ye göç olabilmesi de elbette ki mümkün değildi. Bununla birlikte, Türkiye’ye Kırım Tatar göçleri 1944 sonrasında dahi dolaylı da olsa devam etmiştir. Bu, XX. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Romanya ve Bulgaristan’daki Kırım Tatarlarının bazen toplu, bazen de münferit olarak Türkiye’ye göçmen olarak gelmeleri şeklinde gerçekleşmiştir.
Kırım Tatarlarının (kısmen de olsa) tekrar Kırım’a dönebilmeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin yeniden canlanabilmesi ancak Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla mümkün oldu. 1990’ların başlarından bu yana Kırım’dan Türkiye’ye gidip gelen pek çok Kırım Tatarları vardır. Artık gelişler siyâsî sebeplerle değil, bütünüyle sosyal, ekonomik ve kültürel saiklerle ve geçici süreler için olmaktadır. Bununla birlikte, bu şekilde gelenler arasında çok az sayıda da olsa şahsî sebeplerle Türkiye vatandaşlığına geçenler olmaktadır.
İki yüzyılı aşkın bir süredir Kırım’dan Osmanlı İmparatorluğu’na ve Türkiye Cumhuriyeti’ne göç eden insanlara ve göç dalgalarına ilişkin çağdaş istatistik veriler günümüzde henüz ulaşılabilmiş, ortaya konulmuş, yayınlanmış ve işlenmiş değildir. Hattâ bu hususlarda bir çok bilginin de şu yahut bu şekilde belgelere yansımadığı, bir kısmının da ebediyyen ortadan kalktığı kabul edilebilir. Bu bakımdan, Kırım’dan Türkiye’ye tam olarak ne kadar insanın göç ettiği ve hele bu insanların soyundan Türkiye’de ne kadar insanın yaşadığı gibi çok polemik konusu olan veriler kolaylıkla ortaya atılabilecek mahiyette değildir. Ancak, bugünden ve çıplak bir gözle dahi kesin olarak söylenebilecek olan husus bu olgunun milyonları ihtiva ettiği ve hem Kırım’ın, hem de Türkiye’nin kaderinde son derece önemli bir rol oynadığıdır. Bu bakımdan, Kırım’dan Türkiye’ye hicret etmiş olan Kırım Tatarları modern Türkiye’nin etnik terkîbinde kaydadeğer bir yer tutmaktadır.
Son iki asır içinde Türkiye’ye yönelik en büyük nüfus hareketleri arasında yer alan Kırım Tatar göçleriyle gelen muhacirlerin, bu süreç içinde yaşadıkları bütün sıkıntılara rağmen Türkiye’ye uyumları nisbeten hızlı olmuştur. Türkiye’deki yerli halkla Kırım muhacirleri arasında şimdiye kadar ciddî denebilecek hiç bir sürtüşme de bilinmemektedir. Bunda Kırım Tatarlarının dünyadaki bütün Türk halkları içinde dil, kültür ve tarih bakımından Türkiye Türklerine en yakın toplumlar arasında olması birinci derecede rol oynamıştır. Türkiye’ye yerleşen Kırım Tatarları bu ülkenin ve devletin her kademesinde yer ve görev almış, Türkiye’yi her sahada temsil edegelmişlerdir. Günümüzde hayatta kalan son İstiklâl Harbi gazisinin 1896’da Kırım’da Akmescit’e bağlı Mamak köyünde doğmuş Yakup Satar olması da tarihin ilginç bir tecellîsidir.
Bununla birlikte, göçlerden bu yana geçen zamana rağmen Kırım Tatar muhacirlerinden ve onların soyundan gelenlerin bir çoğu Kırım’la psikolojik ve kültürel bağlarını kaybetmemiştir. Bilhassa Kırım muhacirlerinin toplu olarak yaşadıkları yerleşim yerlerinde Kırım Tatar dil ve kültürünün ana unsurları günümüze kadar muhafaza edilebilmiştir.Kırım Tatar kültür ve tarihinin büyük tahribata uğradığı genel olarak Rusya ve Sovyet hâkimiyetleri, özel olarak da 1944 kitle sürgününü müteakip dönemlerde Kırım’da ve orada yaşayan Kırım Tatarları arasında ortadan kaybolan sayısız kültürel ve linguistik değer diasporada yaşayabilmiştir.
Kırım Tatarlarının son iki yüz yıllık tarihindeki en büyük felâketlerden birisi olan göçler, gerçekte uzak tarihte kalmış bir olgudan ibaret değildir. Neticeleri itibarıyla Kırım Tatarları bu göçlerden doğan problemleri bugün de yaşamaktadır. Kırım Tatarları da Kuzey Kafkasya’daki Adigeler ve başka bir kaç halk gibi dışarıdaki, diasporadaki nüfusu vatanındaki nüfusundan kat be kat fazla olan halklardan biridir. Bu bakımdan, diaspora ile ilişkiler vatanlarında varlıklarını çok büyük güçlükler içinde yeniden kurmaya çalışan Kırım’daki Kırım Tatarlarının kaderinde hayatî bir yer tutmaktadır. Aynı şekilde, Türkiye’deki Kırım Tatarları Türkiye ile Kırım arasında çok önemli bir köprüyü ve Türkiye’nin Kırım ile ilgilenmesi için canlı bir vasıtayı da teşkil etmektedir.


ALINTI:http://vatankirim.net/kirimdan-turkiyeye-kirim-tatar-gocleri-141/








KIRIM MİLLİ MARŞI
Bayraklar ve milli marşlar, milletlerin, ülkelerin en önemli milli sembolleridir. Milli semboller, ait oldukları millet ve ülkelerin insanları tarafından en üst derecede saygı ile korunan en hassas değerlerdir. Bu hassasiyetin gösterilmesi ve paylaşılması kendiliğinden oluşur. Bu hassasiyeti paylaşmaktan imtina edenler, gerekli özeni göstermeyenler en hafif şekli ile ayıplanırlar. Hatta pek çok ülke milli sembollerini kanunları ile koruma altına alarak, bu değerlere karşı saygısızlık olarak tanımlanabilecek davranışları da cezalandırırlar.
Milletler ve ülkeler, bırakınız kendi vatandaşlarını, diğer ülkelerin insanlarından bile kendi milli sembollerine saygı beklerler. Dolayısıyla milli semboller de milli varlığın en önemli unsurlarını oluşturur.
Milletler için “var olma” ne kadar büyük önem taşıyorsa, “var olma”nın işareti olan sembolleri de o kadar önem taşımaktadır. Bir yerde milli semboller, milli kimliğin ilk görüntüsünü ve temel ögesini oluşturur. Bu bakımdan, milli sembollere gereken özeni göstermesi, gereken değeri vermesi ve onu koruması herkesin en temel ve tabii milli görevidir.
Bu yaklaşım genelde herkes tarafından benimsenmesine rağmen, bazen farkında olmayarak istenmeyen durumlarla da karşılaşılmaktadır. Genellikle önemli toplantılara milli marşların söylenerek başlanması, hem milli marşa olan saygının yerine getirilmesi, hem de o toplantıya verilen önemin gösterilmesi yönünde de değerlendirilir. Ancak bu toplantılarda, bazen milli marşın sözlerinin karıştırılması, müziğin gerektirdiği ahengin sağlanamaması, ortaya hiç de hoş olmayan bir tablonun çıkması sonucunu doğurmaktadır.
Milli marşın gereği gibi icra edilememesi, icrada bulunan herkesin içinde bir suçluluk duygusu yaratmaktadır. Netice itibariyle; milli marşı rencide etmiş, mili marşı incitmiş, koruma görevini yerine getirmek bir yana ona zarar vermiş olmanın yüklediği bir mahcubiyet, bir suçluluk bütün benliğimizi sararak, pişmanlık duygumuzu da ortaya çıkarmaktadır.
Bu suçluluk duygusunu kimseye yaşatmamak için, milli marşın söylenmesini gerektirecek ortamı yaratanlara da asıl sorumluluk düşmektedir. Bunun içinde bilinen çeşitli yöntemler bulunmaktadır. En sağlıklı olanı ise milli marşın önceden usulüne göre kaydedilmiş halinin gerekli cihazdan okunmasıdır. Zamanımız teknolojisi ile söz konusu cihazların temin edilmesi kesinlikle bir problem değildir.
Kırım Tatarlarının milli marşı olarak kabul edilen “Ant Etkenmen” 3 kıta halinde yazılan bir şiir olup, son dörtlüğü milli marş olarak söylenmektedir. Milli marş olarak söylenirken de son dörtlükteki her mısra nakarat halinde tekrarlanmaktadır.
Ant Etkenmen
Ant etkenmen milletimniñ yarasını sarmağa
Nasıl olsun eki qardaş birbirini körmesin?
Onlar içün ökünmesem, muğaymasam, yaşasam
Közlerimden aqqan yaşlar derya-deniz qan bolsun.
Ant etkenmen şu qaranğı yurtqa şavle sepmege,
Nasıl bolsun bu zavallı qardaşlarım iñlesin?
Bunu körüp buvsanmasam muğaymasam, yanmasam
Yuregimde qara qanlar qaynamasın, qurusun.
Ant etkenmen, söz bergenmen millet içün ölmege
Bilip, körüp, milletimniñ köz yaşını silmege.
Bilmey körmey, biñ yaşasam, qurultaylı han bolsam,
Kene bir kün mezarcılar kelir meni kömmege.
Bilindiği gibi, Kırım Tatarları bugün “var olma” mücadelesi veren bir millettir. Bu bakımdan milli değerlerine sahip çıkması, onları yaşatması ve koruması hayati önem arz etmektedir.
Genellikle bütün milli marşlar için geçerli olan yukarıdaki açıklamalarımızdaki durumlar “Ant Etkenmen” için de geçerlidir. Genellikle üç kıtası okunmaya çalışıldığında, her kıtada nakarat olarak tekrarlandığında çok uzun bir marş ortaya çıkmakta, buna paralel olarak marşın sözleri karıştırılmakta, müzik ahengi de bozularak hoş olmayan bir durum ortaya çıkmaktadır. Bunları bertaraf etme niyetiyle de marş yarım kesildiğinde daha vahim bir sonuçla karşılaşılmaktadır.
Kırım Tatar Milli İstiklal Mücadelesinin lideri olan, 1917 yılında Kırım Müslümanları Merkezi İcra Komitesi Başkanlığı, Kırım Müftülüğü, Kırım Tatar Demokratik Cumhuriyeti Başbakanlığı görevlerinde de bulunan ve 1918 yılında Bolşeviklerce şehit edilen Noman Çelebi Cihan tarafından yazılması da “Ant Etkenmen”e ayrı bir anlam yüklemiştir.
Kırım Tatarlarının istiklalini ilan edecek olan 1. Kırım Tatar Milli Kurultayının 9 Aralık 1917 tarihindeki açılışında, milli değerlerin ve sembolerin kullanılmasına büyük önem verilmişti. Bahçesaray’da toplanan ve ilk resmi açılışı Hansaray’ın Divan Odasında yapılmasına karar verilen 1. Kırım Tatar Milli Kurultayı’nda; Cuma Namazı’ndan sonra, Kurultay Milletvekilleri Divan odasına geçerken bandonun “Ant Etkenmen” marşını çaldığı, Kırım Tatar Demokratik Cumhuriyetinin Dışişleri ve Savunma Bakanı Cafer Seydahmet Kırımer’in “Hatıralar”ında da anlatılmaktadır.
Bestesi anonim olan, yani Kırım Tatar milletine ait “Ant Etkenmen” 1917 yılından beri Kırım Tatar Milli Marşı olarak söylenegelmiştir. Şiirin üçüncü kıtasındaki “millet” sözü eserin ilk yazıldığı halinde “bilmek” şeklinde ise de, milli marş olarak kullanılan biçimde “millet” olarak geçmektedir.
Bu açıklamalar çerçevesinde, “Ant Etkenmen”in son dörtlüğünü oluşturan Milli Marş halini, sunduğumuz 1 dakika 21 saniyelik mp3 formatındaki dosyadaki gibi söylenmesini önemle tavsiye ederiz.
Ant Etkenmen

Tuncer KALKAY


Turgay UZUN (*)

İlk Türk Aydınlanma Hareketi: Ceditcilik ve İsmail Gaspıralı

Cedit Hareketi Türk milli bilincinin gelişimi ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelelerine önemli fikri etkisi olmuş bir hareket olarak nitelendirilebilir. Osmanlı Devletinin yıkılış ürecine girmesiyle beraber, devletin kurtuluş reçeteleri olarak ileri sürülen Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojilerinin Müslüman ve gayrimüslim azınlıkların ayaklanmasıyla bir anlamda “anlamsızlaşması” Türk milliyetçiliği ideolojisini güçlü bir seçenek olarak ortaya çıkarmıştır. İşte bu dönemde Tatar toplumunda bir yenileşme hareketi olarak başlayan Cedit Hareketinin fikri etkisi, zamanla tüm Türk topluluklarına yayılmış, bağımsızlık mücadelesi veren Türk halklarına olumlu etkilerde bulunmuştur.

A. Cedit Hareketinin Niteliği

İlk Türk aydınlanma hareketi olan Ceditcilik adı verilen reform hareketi, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının başlarında dil, eğitim-öğretim ve dinle ilgili alanlarda bir yenileşme hareketi olarak başlamıştır. Bu hareketin önde gelenlerinden Abdülnâsır Kursâvi (1770-1814), Şihâbeddin Mercâni (1815-1889), Abdulkayyum Nasır (1824-1907) ve Hüseyin Feyizhâni (1826-1866) sayılabilir. Bu hareket genelde Rusya’daki Türk halklarında meydana gelen iktisadi değişikliklerin sonucunda ve bunların etkisi ile canlanan bir uyanış, yenilik hareketidir. Daha sonra Usul-ü Cedit hareketi Türk dünyasının tümüne yayılma yolları aramıştır.[1]
Bu hareket ilk önce eğitim alanında yenilikler getirmeyi amaçlamıştır. Tatar okullarında yeni bir okuma metodunun benimsenmesi tartışmalarıyla birlikte eski metodu savunan “kadimciler ile yenisini savunan “ceditciler ” arasında bir mücadele başlamıştır. Bu yeni metodu savunan hareket de bu nedenden dolayı “Usul-ü Cedit” adını almış, daha sonra bu mücadeleden yenilikçilerin zaferle çıkması, Cedit hareketine de yeni bir ivme kazandırmıştır.
Tatarların Osmanlı’da yaşayan halkla büyük benzerliğinin olması, Tatar olmayan topluluklar tarafından sevilmeleri ve tek umutlarının diğer Türk toplulukları ile ilişki kurmak olması, Türkçülük akımının bu halk içinde örgütlenmesini kolaylaştırmıştır. Türkçülük düşüncesinin orijinalliği yanında, bir çok strateji ve kavramı Pan-Slavizmden [2] aldığını söyleyen Landau, Tatarların bu hareket içinde önemli yeri olduğunu, belirtmekte ve Rus yönetiminin bir çok topluluğu baskı altına almasına rağmen, Tatarların Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma yönünde büyük baskılara maruz kalmasının bu sonucu doğurduğunu söylemektedir. [3]
Türk milli bilincinin gelişiminde çok önemli yeri olan Türk milliyetçiliği düşüncesi iki büyük grup tarafından formüle edilmiş ve yayılmıştır. Bunlardan ilki Osmanlı aydınları ikincisi de Rusya’dan Osmanlı Devletine gelen aydınlardır. Rus Çarı’nın Rusya Müslümanları hareketini baskı altına almasından sonra, Kırımlı, Tatar, Azeri aydınlardan oluşan bir aydın grubu Türkiye’ye gelmiş, Jön Türk hükümeti de kendilerini iyi bir şekilde karşılamıştır. 1908 Devriminden bir kaç ay sonra, İstanbul’da Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Abdürreşid İbrahimov, Hüseyinzade Ali, Ayaz İshaki Halim Sabit gibi aydınlara rastlanmaktadır. Bu aydınlar tarafından göçmen örgütleri kurulmuş, kurulan gazete ve dergilerin sayısı hızla

B. İsmail Gaspıralı ve Cedit Hareketi

İsmail Gaspıralı, 8 Mart 1851’de Kırım’da doğmuş, bir süre medrese eğitimi aldıktan sonra iki yıl Akmescit (Simferepol)’deki Rus okuluna devam etmiştir. Daha sonra Moskova Askeri Okulu’na ancak tamamlayamadan okulu
bırakmıştır. Gaspıralı, Moskova’da iken Slafovil (aşırı Slav milliyetçiliği) hareketinin önde gelenlerinden Katkov ile tanışmış ve onun sayesinde Rus milliyetçiliği, liberal ve aşırı siyasal hareketleri tanıma fırsatı bulmuştur. Bir süre Kırım’da öğretmenlik yapan Gaspıralı, 1871’de medreseden ayrılarak Fransa’ya gitmiştir. 1874 yılında Fransa’dan İstanbul’a gelerek Askeri okula başvurmuş, ancak başvurusu reddedilince tekrar Kırım’a dönmek zorunda kalmıştır.
İsmail Gaspıralı, Türk milliyetçiliği düşüncesinin gelişmesinde büyük etkisi olan ve Türkçülüğün bir ideoloji haline gelmesi ve ulusal bilincin ortaya çıkarılmasında önemli katkıları olan bir aydındır. Gaspıralı, Rusya Türkleri içinde ortaya çıkan bir aydın hareketi olan Cedit Hareketi (Usul-ü Cedit) nin önde gelenlerindendir.
Gaspıralı’nın dahil olduğu Tatar Türkleri, diğer Türk halklarına göre eğitim yönünden daha gelişmiş bir düzeye sahiptiler.[4] On dokuzuncu yüzyıl da Türk halklarının yaşadığı toprakları gezen Türkolog Vambery ve K.Fuchs, Tatarlar arasında okuma yazma bilmeyenlerin sayısının, İngiltere ve Fransa’dakilerden daha az olduğunu ve Tatarların okuma yazma bilmeyenlere iyi gözle bakmadıklarını ifade etmektedir. [5]
On yedinci yüzyıl sonundan beri, Tatarlar içinde büyük ve aktif bir burjuva sınıfının gelişmiş olması, on dokuzuncu yüzyılın sonunda milliyetçi uyanışın temelini oluşturmuştur. Türkçülük-Benningsen ve Quelquesay’ın da belirttiği gibi- Tatar burjuvazisinin Ruslarla rekabetinin de bir ideolojik alt yapısını meydana getirmiştir. [6] Bu ideolojik alt yapının oluşumunda bir aydınlanma hareketi olarak nitelendirilebilecek olan reform hareketinin önemli payı bulunmaktadır.

C. Gaspıralı’nın Eğitim Faaliyetleri

Gaspıralı, kendi görüşlerini yaymak üzere 1881-1882 yılları arasında “Tonguç”, “Şafak”, “Kamer”, “Ay”, “Yıldız”, “Güneş”, “Hakikat” ve “Latail” olmak üzere bir dizi broşür yayımlamıştır. Bu broşürlerde genel olarak dil sorunu incelenmiştir. Daha sonra bu dönemde ilk ikisi Türkçe olan ve Müslümanlara, coğrafya olaylarını, eğitim sistemlerini, basını, sağlık konularını anlatan, “Mirat-ı Cedid”(Yenilik Aynası) ve “Salname-i Türki” ile, Rusya’daki İslâm toplumunun durumunu ve modernleşme konusunu incelediği, Rusça “Russkoe Musulmanstvo” adlı üç eser yazmıştır. [7] Gaspıralı, bu eserinde, Ruslar ve Türkler arasında eşitliği savunmuş ve Rusların asimilasyon politikasına açıkça karşı çıkmıştır.

D. “Dilde Fikirde İşte Birlik” Düşüncesinin Doğuşu

İsmail Gaspıralı, bu dönemde yeni ve daha yaygın bir gazete çıkarma çalışmalarına başlamış ve gerekli izni alabilmiştir. 1905 devriminin yarattığı özgürlük ortamından yararlanarak çıkardığı Rusça-Türkçe “Tercüman” (Perevotçik) gazetesi yenileşme hareketinin bayraktarlığını yapmaya başlamıştır.[8] Gaspıralı’nın önderliğinde açılan okullarda Rusya’nın her tarafından gelen öğrenciler bu yenileşme düşüncesini kendi yörelerine taşımaya başlamışlardır . Gaspıralı Tercüman gazetesinde[9] yayımladığı yazılarda ünlü “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesini yayarak Türk halkları[10] arasında birlik ve dayanışma duygusunun yaratılmasına çalışmaktadır. [11] Yazar, başta kendi toplumunda olmak üzere bir dizi reformun gerçekleştirilmesini; Batılı eğitim kurumlarının açılmasını, Türk halkları için ortak bir dilin kullanılmasını, Rusya Türklerinin ekonomik durumunun düzelmesini ve ekonomik hayata katılmalarını, dinsel örgütlerin revize edilmesini ve Türkler arasında yardımlaşma örgütlerinin kurulmasını öngörmüştür.
Gaspıralı ve diğer Tatar aydınlar, coğrafi uzaklık nedeniyle, Türk halklarının anlaşma güçlüğü çektiklerini ve ortak bir dil yardımıyla bir yakınlaşmanın sağlanması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Türk topluluklarının konuştukları dil benzerdir ancak, aydınlar bir tür “üst Türkçe” ile anlaşabilmektedirler. Temel sorun Türklüğe ait, ortak özelliklerin belirgin bir biçimde bozulması ve edebi faaliyetin azalmasıdır. Ortak dil ve kültürel yakınlığın sağlanabilmesi için eğitim ve dil reformu, gazete yayımlama faaliyeti bu dönem Tatar aydınların temel uğraşısını oluşturmuştur.
Dilde, fikirde ve İşte birlikten Gaspıralı, bütün Türk halklarının arasındaki lehçe farklarının giderilmesi ve bütün Türklerin ortak bir dil ve alfabeye geçmesini, Türkçe’nin Arapça ve Farsça’nın egemenliğinden kurtarılmasını; modernleşme atılımlarının başarıya ulaştırılarak modern bir devlet içersinde Türklerin bağımsız olarak yaşamasını amaçlamaktadır. Bu görüşleri cesaretle dile getiren bir gazete olan Tercüman, giderek yaygınlık kazanarak, İstanbul gazetelerinden daha fazla sayıda bir okur kitlesine sahip olmuştur. [12]
Gaspıralı bu hareket içerisinde, daha sonra birlikte çalışacakları Yusuf Akçura ile tanışmıştır. Gaspıralı ve Akçura, Rusya Müslümanlarının taleplerinin yerine getirilmesi için, 1904-1908 yılları arasında birlikte çalışmışlardır. Otoriteden hoşlanmamasına rağmen, Akçura, “hoca” olarak tanımladığı Gaspıralı’nın sadık bir öğrencisi olmuştur. 1911’den itibaren bu ikili İstanbul’da ünlü Türk Yurdu’nu birlikte yayımlamaya başladığında, Akçura, bu gazetenin Tercüman’ın “küçük kardeşi” olduğunu ilan etmiştir. [13]
Bu dönemde Gaspıralı’nın yanısıra, Kazanlı din ve tarih bilginleri, Abdülnasır Kursavi, Şehabettin Mercani [14], Muhammed Abduh ve Şeyh Cemalettin Afgani’nin, Müslümanların Batı’nın gelişmesine ayak uydurması ve özellikle din alanında reform niteliğinde öneriler getirme yönündeki düşünceleri Rusya’da yaşayan Müslümanlar arasında ilerici bir ulema sınıfının doğmasına yol açmıştır. Diğer yandan tarih ve dil alanında çalışmalar yapan İbrahim Halfin, bu yenilikçi aydınlar arasında önemli bir yere sahiptir.[15]Bu sınıf, dini alanda hurafelere karşı mücadeleye girişerek, okullar aracılığı ile İslâmi uydurulmasını savunmaya başlamıştır.[16]
Rusya Müslümanları arasında bu yönde mücadelelerini sürdürenler arasında, Rızaeddin Fahreddin, Musa Curullah, Ziyaeddin Kemali, Alimcan Barudi, Hüseyin Fayyazhani, Abdullah ve Ubeydullah Bubi sayılabilir. [17] Milliyetçi düşünce bir çok Türk topluluğu içinde değişik bölgelerde destek bulurken, bu düşünceyi savunan aydınların, bazı konularda birbirinden ayrıldıkları görülmektedir. Örneğin, Gaspıralı’nın güçlü seküler anlayışı çok fazla İslâmi bir nitelik taşımazken, Çar aristokrasisine karşı Tatar bağımsızlığın savunan “Genç Tatar” hareketini Gaspıralı, karşısına almıştır.
Gaspıralı’nın çıkardığı Tercüman gazetesi, yazarın “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesi doğrultusunda, Rusya’daki Türkler arasında başta dil birliğini sağlamak ve ortak bir anlaşma dili yaratılmasını sağlamak için çeşitli yazılar yayınlamıştır. Gazete, Osmanlı Türkçesine sadık kalmakla beraber, ağır Arapça ve Farsça terkipler kullanmayarak herkesin, özellikle İstanbul gazetelerinden haberdar olan aydınların anlayabileceği bir dil kullanılmıştır. Ancak 1905 I. Rus Devrimi’nden sonra nispeten basın özgürlüğüne kavuşan değişik Türk boyları arasında bir gazete yayını patlaması [18]olmuş ve bunların çoğu da kendi mahalli şivelerini kullanmaya başlamışlardır. Bu durum ise, Gaspıralı tarafından ortak dilden ayrılma şeklinde yorumlanmıştır. [19] İsmail Gaspıralı, Türk ulusunun bir bütün olduğuna, coğrafi ve dilden gelen farklılıkların bu bütünselliği bozamayacağına inanmış ve bu nedenle, dil birliğini engelleyecek ve Türk halkları arasında anlaşmayı güçleştirecek unsurlara karşı mücadele edilmesini öngörmüştür. Gaspıralı Türk birliği için gerekli gördüğü düşünce birliği ilkesini, dil birliğine dayandırmış, dil birliği gerçekleşmeden, Türk halklarının birleşmesinden söz edilemeyeceğini savunmuştur.
Gaspıralı’nın önerdiği ve kullandığı dil olarak Kırım kelime ve tabirleriyle desteklediği basitleştirilmiş Osmanlı Türkçesini seçmesi rastlantısal değildir. Hiç şüphesiz ki o dönemde Osmanlı Türkçesi bütün Türk diyalektleri arasında en gelişmiş ve yerleşmiş olanıdır. Osmanlı edebi birikimi ve eğitim deneyimi ile bu dilde mevcut nispeten geniş edebiyat ve yayın diğer Türklerde sıkıntısı çekilen kültür ve eğitim boşluklarının doldurulmasına büyük katkıda bulunmuştur.[20] Ancak Osmanlı Türkçesinin özellikle edebi alanda kullanılan dilin ağır Arapça ve Farsça terkiplerden oluşması, bu yönde bir dil birliğinin oluşmasına da engel oluşturmaktadır. Bu nedenle Gaspıralı Osmanlı edebi dilini eleştirmiş, konuşulan ve yaşayan Türkçe üzerinde bir birlik kurulması gerektiğini söylemiştir.
Gaspıralı İsmail ve diğer aydınların aslında istedikleri kültürel bir birliktir. Konuşulan dilin Rusya’da yaşayan Türkler tarafından anlaşılması ve ortak bir alfabenin gerçekleştirilmesi bu aydınların başlıca amaçlarıdır. Gaspıralı da bu doğrultuda bir siyasal birlik düşüncesinden sürekli kaçınmış, ve bunu tehlikeli bulmuştur. Onun esas kaygısı özellikle böyle bir birliğin toplumsal ve kültürel altyapısını hazırlayabilmektir.[21]
Gaspıralı’nın temel yaklaşımı, “Lisan-ı Umumi” adını verdiği bir dil birliğidir. Bu dönemde bu birliği sağlamaya yönelik bir çok Türkçü dergi yayımlanmaya başlanmıştır. Ruslar bu yayımların milliyetçi olduğu kadar İslâmcı yayınlar olduğunu söyleyerek engellemeye çalışmışlardır.[22] Rus gizli polisi “Ohrana”nın raporunda, Türkçülük adı altında İslâmcılık yapıldığı ifade edilmektedir. Bu hareket içinde 1905’den sonra Tatar gazeteleri yanında Azerilerin çıkardığı gazeteler, Özbeklerin çıkardığı Özelikle “Turan” ve “Buhara-ı Şerif” bunlardan bir kaçıdır. [23]

E. Gaspıralı ve Türk Birliği Düşüncesi

Rusya’da yaşayan Türk ve Müslüman halklar arasında bir birlik kurma düşüncesi, siyasal ortamın da uygun olmasıyla bu dönemde yeni bir ivme kazanmıştır. İçlerinde İsmail Gaspıralı, Ali Merdan Topçubaşı, Seyid Gerek, Yusuf Akçura, Fatih Kerimi, Kadı Abdürreşid İbrahim, Musa Curullah Bigi, Abdullah Apanay gibi Türk halkalarının önde gelen şahsiyetlerinin önderlik ettiği Rusya Müslümanları Kongresi (15 Ağustos 1905), Müslüman halklar arasında birliği kurma yönünde önemli bir fonksiyon üstlenmiştir. [24]
Bu yönde toplanan ilk kongre, Nidzhni-Novgrod’da 15-28 Ağustos tarihlerinde yaklaşık 150 delegenin katılımıyla toplanmıştır. Gaspıralı kongreye katılan liderlerden biridir ve Tatarlar bu kongrede çoğunluğu oluşturmaktadır. Kongreye Azeriler ve diğer Türk topluluklarından, Sibirya’dan, Türkistan’dan ve Rusya içlerinden temsilciler katılmıştır. Kongre aynı zamanda tüm Müslüman halkların haklarını da savunmaktadır. Kongrenin ilk açıklaması -Rusya’daki diğer liberal burjuvazi ile benzer olarak- Rusya’nın tüm Müslüman halklarının haklarını elde etmeye yönelik olarak oluşturulmuştur. Kongre sonunda, Rusya’daki Müslümanların tümünü içine alan bir örgüt kurulmasını kararlaştırılmış ve faaliyet alanı 18 bölgeye ayrılmış ve her birimin kendi meclislerini seçim yoluyla oluşturmaları öngörülmüştür. Merkezi asamble Bakû’de toplanırken, uygulamada bir çok yerel meclis toplanmış ancak bunlardan yalnızca Kazan Meclisi düzenli bir çalışma gösterebilmiştir. [25] Rusya Müslümanları kongresinin ikincisi, 13-23 Ocak 1906 tarihleri arasında St. Petersburg’da yaklaşık 100 delegenin katılımıyla gerçekleşmiştir. Bu kongre, Azeri ve Tatar milliyetçilerinin önderliğinde “Rusya Müslümanlarının İttifakı” olarak adlandırılmıştır.
Doğrudan siyasal bir eylem niteliğindeki üçüncü Kongre Nidzhni-Novgrod’da ilk Duma’nın dağılmasından hemen sonra, Ağustos 1906’da toplanmıştır. Bu kongrede tartışmaların merkezini, savunuculuğunu Yusuf Akçura’nın yaptığı, İttifak’ın bir siyasal partiye dönüştürülmesi sorunu oluşturmuştur. Gaspıralı siyasal parti düşüncesine karşı çıkmış ve hareketin din ve kültür alanı ile sınırlı kalmasını savunmuştur. Ancak özellikle Rus sosyalist devrimcilerine yakın olan ve başlıca önemli grubunu Tan’cıların (bu adı Tan Yıldızı adlı yayın organından almışlardır) oluşturduğu Ayaz İshaki[26] önderliğindeki Tatar sosyalistleri siyasal partiye, bütün sınıfların çıkarlarını savunacak bir partinin kurulmasının imkansızlığı nedeniyle tavır almışlardır. Akçura’nın savunduğu etnik ve dinsel yakınlığın bir siyasal parti kurmaya yetecek ortak noktalar olduğu düşüncesinin kabulü sonucunda aynı adı taşıyan “İttifak” adlı bir siyasal partinin[27] kurulması karara bağlanmıştır.[28] Rusya Müslümanlarının siyasal temsilini amaçlayan girişimler, Rusya’da yaşayan Türk halkları arasında ulusal bilince dayalı bir bağımsızlık anlayışının gelişmesine neden olmuştur. 1905 yılından sonra oluşan ortam, Başbakan Stolipin’in iktidara gelmesiyle değişmiş ve halklara tanınan özgürlüklerin kısıtlanması yönünde uygulamalar başlatılmıştır. Bunun sonrasında da Birinci Dünya Savaşının başlaması toplumsal ve siyasal hareketlerin tamamen durması sonucunu doğurmuştur.
Gaspıralı, “Rusyadaki Müslümanlar” makalesi ile, Türklerin geri kalma nedenlerini araştırmış ve dil birliğinin gelişme için gerekli olduğunu vurgulamıştır.[29] Gaspıralı, Rusya dışında, Müslümanların ve Türklerin birliğini ve gelişmesini sağlamaya yönelik konferanslar vermiş, Müslümanların bulundukları ülkelerin ekonomik hayatına katılması yoluyla ancak gerilikten kurtulacaklarını ve güçlü birer topluluk olacaklarını söylemiştir. [30] Rusya’da toplanan kongrelerden sonra, Gaspıralı’nın Mısır’da uluslararası bir Müslüman Kongresi düzenleme girişimleri ise sonuçsuz kalmıştır.
Rusya’da 1905 devriminden sonra yaşanan gelişmeler Türkçü aydınların çalışmalarını yakından ilgilendirmektedir. Anayasanın ilanı ile başlayan kısmi özgürlük ortamı bir çok Türkçü aydının rahat bir çalışma ortamı bulmasına ve siyasal görüşlerini yüksek sesle ifade etmelerini sağlamıştır. Bu doğrultuda, değişik Türk topluluklarında mitingler ve toplantılar düzenlenmiş, milliyetçi hareketin önderleri bu toplantılarda konuşmalar yapmışlardır.
İsmail Gaspıralı’nın, Türk halklarını “dilde, fikirde ve işte” bütünleştirme amacını taşıyan çalışmaları, özellikle Tercüman Gazetesi ve Usul-ü Cedit Hareketi, başta Rusya’da yaşayan Müslüman ve Türk topluluklarının ulusal bilinçlerini kazanmasında, Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde ve bu ülkede yaşayan halkların hak arama mücadelesinde önemli işlevleri yerine getirmiştir.

Kaynaklar

Devlet, Nadirİsmail Bey Gaspıralı, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1990
Kohn, Hans Pan-İslavizm ve Rus Milliyetçiliği, Kervan Yayınları,İstanbul, 1986.
M. Landau, Jacop Pan Turkism: From Irredentism to Cooperation, Hurst Comp., London, 1995.
Schiltberger, Johannes Türkler ve Tatarlar Arasında 1394-1427, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997.
de Tott,François Türkler ve Tatarlar Arasında On Sekizinci Yüzyıl Osmanlı Türkleri, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1995.
Devletşin, Tamurbek Sovyet Tataristan’ı, Çev.:Mehmet Demircan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981
Oba, Ali Engin Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İmge Yayınları, İstanbul, 1994
Mardin, Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908), İletişim Yayınları, İstanbul.
Georgeon,François Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1996.
Yamauchi, Masayuki Sultan Galiyev, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1998.
Kanlıdere, Ahmet “Kazan Tatarları Arasında Tecdid ve Cedit Hareketi (1809-1917)”, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:46, Yaz- 1997.
Kırımlı, Hakan Kırım Tatarlarında Milli Kimlik ve Milli Hareketler (1905-1916), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996.
Ilgar, İhsan Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990.
Ortaylı,İlber Çarlık Rusyasında Türkçülük Hareketleri ve Gaspıralı İsmail Bey, Ankara, 1968.
Akar, M.-Deniz, S.-Bilecik, F, Türk Dünyası Çağdaş Edebiyatı, Yesevi Yayınları, İstanbul, 1994.

* Yrd.Doç.Dr., Muğla Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü
[1] Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1990,s. 9.
[2] Pan-Slavizm hakkında bkz. Hans Kohn, Pan-İslavizm ve Rus Milliyetçiliği, Kervan Yayınları, İstanbul, 1986.
[3] Jacop M. Landau, Pan Turkism: From Irredentism to Cooperation, Hurst Comp., London, 1995, s.1.
[4] On dört ve on beşinci yüzyıllarda Tatar toplumsal yapısı ve gündelik yaşamı hakkında bkz. Johannes Schiltberger, Türkler ve Tatarlar Arasında 1394-1427, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997; François de Tott, Türkler ve Tatarlar Arasında On Sekizinci Yüzyıl Osmanlı Türkleri, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1995.
[5] Arminius Vambery, Das Türkenvolk, Leipzig,1885, s.431; K. Fuchs, Kazanskiye Tatari v Statistiçeskom i etnografiçeskom Otnoşeniyah, Kazan, 1844, s.113. akt.: Tamurbek Devletşin, Sovyet Tataristan’ı, Çev.:Mehmet Demircan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981, s.40.
[6] Landau, a.g.e., s. 8.
[7] Devlet, a.g.e., s.22.
[8] Tercüman Gazetesi, Kırım’ın Ruslar tarafından işgali yıldönümünden iki gün sonra çıkmıştır. Diğer yandan Ruslar’ın bu gazetenin yayımına izin vermesini Nadir Devlet, Müslümanların Rusya’ya karşı sempati duymalarını sağlamaya yönelik olduğunu belirterek, Gaspıralı’nın ilk sayıda Ruslardan övgüyle söz etmesini de, gazete iznini sağlamaya yönelik bir hareket olarak nitelendirmektedir. Bkz. Devlet, a.g.e., s.23.
[9] Rusya Türkleri arasında iletişimi sağlamak ve kendi sorunlarını duyurmak için bu dönemde en önemli araç gazete çıkarmaktır. Türklerin bu yönde yaptıkları bir çok girişim Ruslar tarafından engellenmiştir. Bu alanda bilinen ilk girişim yarı Türkçe ve yarı Rusça olan “Kazankiya İzvestiya”(Kazan Haberleri)dir. Ancak resmi makamlar bu gazetenin çıkmasına izin vermemişlerdir. Daha sonra “Bahr-ül Ahbar”, “Yıldız” ve “Tanğ Yıldızı” adlı gazeteler de aynı sona uğramıştır. 1870’de Türkistan Genel Valisi Kaufmann’ın izniyle “Türkistan Vilayetinin Geziti” adlı bir gazete yayımlanmasına karşın bunu bir Türk gazetesi saymak yanlıştır. İlk Türk gazetesi ise, Azerbaycanlı Hasan Zerdabi’nin, 1877 Osmanlı-Rus savaşında Türk yanlısı tutumu nedeniyle kapatılan, kısa ömürlü “Ekinci” (1875-1877) gazetesidir. Devlet,a.g.e., s.20.
[10] 1897 yılında yapılan nüfus sayımına göre, Rusya’da yaşayan Türklerin sayısı 13.889.241’dir. 1912 başlarında bu sayı, 16.226.073’e varmıştır. Bu sayının en büyük kısmını Tatarlar (5.124.397) ve Kırgızlar (5.165.542) oluşturuyordu. Başkurtların sayısı ise, 1.769.962 idi. Yer bakımından Türklerin dağılımı ise şöyledir: 3.335.000 Orta Asya’da yaşayanlar, Türkistan ve Steptekiler 7.995.000, Sibiryadakiler 120.000. R. Majerczak, “Une Nouvelle Statistique de la Population Musulmane en Russie et de la Presse Musulmane Russe”, Revue du Monde Musulman,Cilt:38, Eylül 1914, s.270, akt. Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İmge Yayınları, İstanbul, 1994, s.143.
[11] Gaspıralı’nın çıkardığı ve “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesini savunan Tercüman dışında, Rusya Türkleri arasında benzer düşünceleri yaymaya çalışan bir çok gazete-dergi bulunmaktadır. Bununla beraber Türkler, 5 dinsel, 48 yardımlaşma, 34 eğitim derneğinde sahiptiler. Bu dergi ve gazeteler şöyle sıralanabilir: Vakit (Orenburg), Beyan-ül Hak (Kazan), Kuyah (Kazan), İkbal(Bakü), Seda-i Hak (Bakü), Semerkand (Bakü), Yolduz (Kazan), İdil (Astrahan), Turmuş (Ufa), Din ve Hayat (Orenburg), Nur (Sen Ptersburg), İl (Sen Ptersburg), Molla Nasreddin (Bakü), Çura (Orenburg), Mektep (Kazan), Aykap (Toytzk), An (Kazan), Ayna (Kazan), İktisad (Kazan), Ed-Din vel-Edep (Kazan). Türklerin yaşadığı bir çok bölgede, Türklerin gazete ve dergiler çıkmasına rağmen , yayımların en çok Kazan’da çıkması, Tatarların entelektüel alanda diğer Türk topluluklarından ileride olduğunu da göstermektedir.
[12] Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908), İletişim Yayınları, İstanbul, s.89.
[13] François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1996, s. 26.
[14] Bu aydınlar dinsel alanda bir yenileşme yanında ulusal kimlik noktasında da yeni öneriler getirmişlerdir. Volga Bulgarları, Müslümanlar, Tatarlar, Kazan-Tatarları gibi çeşitli adlarla bilinen bu yöre insanları, Kazan-Tatarları adı altında ulusal kimlik ve imaj kazanma mücadelesi de vermişler, bu yönde özellikle Şehabettin Mercani’nin önemli etkinliği olmuştur. Masayuki Yamauchi, Sultan Galiyev, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1998, s.60.
[15] Devletşin, a.g.e., s.31-35. Bazı kaynaklarda İbrahim Halfin, Abdülkayyım Nasıri, Hüseyin Feyzhanov ve Muhammed Zahir Bigiyef gibi aydınlar milliyetçilikten uzak ve Sovyet sistemine uygun kişiler olarak ele alınmaktadır. bkz. Ahmet Kanlıdere, “Kazan Tatarları Arasında Tecdid ve Cedit Hareketi (1809-1917)”, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:46, Yaz- 1997, s.91.
[16] Tarihçilerin ideolojik konumlarına göre, Tatar aydınlarını değişik biçimde değerlendirdikleri ve dinsel unsurun milliyetçi ve Sovyet dönemi tarihçilerinde ihmal edilmiş olduğuna yönelik görüşler de mevcuttur. Bu görüşe göre, Sovyet tarihçileri, dinsel endişeleri ağır basan Tatar reformcularını ya tamamen inkar etmekte, ya küçümsemekte ya da belli yönlerini öne çıkarmaktadırlar. Ahmet Kanlıdere, orijinal kaynaklara dayanarak, bazı yazarların, -Cedit Hareketine mensup aydınların- her türlü eski düşünceye karşı olan reformistler olarak nitelendirildiklerini, bunun ise, temeldeki dinsel endişeyi saptırdığını ileri sürmektedir. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz Kanlıdere, a.g.m., s.90-91.
[17] Oba, a.g.e., s.144.
[18] 1905 Devriminden 1917 Devrimine dek sadece Kazan edebi dilinde kırk kadar gazete ve otuz beş kadar da dergi çıkarılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Fikir (1905), Yıldız (1906), Vakit (1906), Azad (1907), Tan Yıldızı (1906), Tavış (1907), İl (1913), Söz (1915), Bizning İl (1916), Burhan-ı Terakki (1906), İdil (1907-1914), El-Islah(1907), Koyaş(1912).
[19] Devlet, a.g.e., s.41.
[20] Hakan Kırımlı, Kırım Tatarlarında Milli Kimlik ve Milli Hareketler (1905-1916), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s..48.
[21] Gaspıralı, hayatının son yıllarında İstanbul’da Türk Ocakları başkanı Hamdullah Suphi’ye bu konudaki düşüncesini şöyle açıklamıştır: “Bazı düşünceler vardır ki o bize yasaktır. Onları bizden sonra gelecek nesillere bırakalım, biz manevi birliği yapalım, dilleri birleştirelim. Siyasal birliği başkaları düşünsün” Kırımlı, a.g.e., s.47.
[22] Sovyet yönetimi, Cedit hareketine ve Tatar reformcularına olumsuz gözle bakmıştır. 1970’lerde yayınlanan ve Tatar okullarında ders kitabı olarak okutulan tarih kitabında, Ceditciler, “liberal burjuva milliyetçilerinin ideologları” olarak nitelendirilmektedirler. Aynı yönde milliyetçi olarak tanınan bazı tarihçilerin de (Akdes Nimet Urat ve Tamurbek Devletşin gibi), Cedit hareketi aydınlarının tümünü, milliyetçi aydınlar olarak nitelendirmektedirler. Bkz. Kanlıdere, a.g.m., s.91.
[23] Landau, a.g.e., s.9.
[24] Devlet, a.g.e., s.78.
[25] Landau, a.g.e., s.11.
[26] Ayaz İshaki (İdilli), Tatar Türklerindendir ve 1905’de “Tancılar” adlı siyasal örgüt ve “Tan Yıldızı” adlı gazeteyi kurmuştur. Bu örgüt, Rus Çarlığını devrim yoluyla devirmeyi amaçlamaktadır. İshaki, 1905 Devriminden sonra Müslümanların oluşturduğu komitelere katılmış ve Ekim Devriminden sonra da Rusya’yı terk etmiş ve İdil-Ural bölgesinin bağımsızlığını savunan “Yanğa Millî Yul” dergisini çıkarmıştır. İshaki, “Üyge Taba” ve “Dulkın İçinde” adlı eserlerinde milliyetçi-Türkçü düşünceyi ön plana çıkarmıştır. İhsan Ilgar, Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990, s.116
[27] Bu siyasal partinin tam adı “İttifak-ül Müslimin”dir. Partiyi destekleyenler edebi kuruluşlar, eğitim ve “Müslümanların Kültürel Gelişimi için Yardım Örgütü” gibi yardım kuruluşlarıdır. Partinin kuruluş yeri Astrahan’da Hanskaya Stavka’ dır. Orenburg’da “Vakit” ve Bakü’de “Sada” gibi gazeteler örgütün yayın organı niteliğindedir.
[28] Georgeon, a.g.e., s.57.
[29] İlber Ortaylı, Çarlık Rusyasında Türkçülük Hareketleri ve Gaspıralı İsmail Bey, Ankara, 1968, s.15.
[30] M.Akar-S.Deniz-F.Bilecik,Türk Dünyası Çağdaş Edebiyatı,Yesevi Yayınları, İstanbul, 1994, s.131

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder