14 Mayıs 2016 Cumartesi

İSLÂMİYET TÜRK BİRLİĞİ FİKRİNE NASIL BAKIYOR?

Turancılık


TURANCILIK NEDİR?

İSLÂMİYET TÜRK BİRLİĞİ FİKRİNE NASIL BAKIYOR?

İSLÂMİYET TURAN FİKRİNE KARŞI MIDIR?

TURANCILIK İSLÂMİYET'E AYKIRI MIDIR?

Bu suallere kısaca olsa da cevap vermek durumundayız. Çünkü ismi gerekmez bazı kimseler bu “Turancılık Meselesini” de çok fazla istismar ediyorlar... En çok da, “Türk Birliği İslâm'a aykırıdır. İslâm, millet birliğini değil, ümmet birliğini kurmayı hedefler” diyorlar... Bu doğru mu?

Gerçekten, İslâmiyet ümmet birliğini mi hedefliyor? İslâmiyet tek bir ümmet olan müslüman milletlerin bir tek devletlerinin olmasını mı emrediyor? Ümmet, millet'in yerini alabilir mi? Tarihin temel yürütücü âmili olan milletler mücadelesi, bu sıfatı, ümmetler mücadelesine terkedebilir mi? Aynı dine mensup olan milletler, ümmet birimi içinde siyasî birlik sağlayıp, insanlar, rekabetlerini ümmet teşkilâtı altında yürütebilir mi?

Siyasî ümmetçiler bu suallerin hepsine de “evet” diye cevap verirler... Peki, biz Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri ne cevap veririz? Biz de, soruların hepsine “hayır” diye cevap veririz.

Niçin hayır? Çünkü İslâmiyet böyle şeyler istemiyor da onun için! Bu suallere bu kadar bir cevap yeter, ama biz gene de daha detaylı ve âyet ve hadislerle tasdik edilen veya âyet ve hadislerden kaynaklanan bir cevap vermeye gayret edelim...

Milletin müşterekleri nelerdir? Din, dil, soy, kültür, tâbiyet, ülkü, vatan, tarih ve menfaat birlikleri... Ümmet hangi müştereklere sahiptir? Sadece din unsuru... Acaba hangi müştereklerin toplam bağlayıcılık gücü büyük? Ümmet'in yegâne müştereği olan din, millet

biriminde de mevcut. Buna ilâve olarak millet'te, ümmet'te bulunmayan başka bağlayıcı unsurlar da var... O halde, milletin bağlayıcı gücü ümmet'inkinden fazladır... Fakat biz, bunları söylediğimizde, siyasî ümmetçiler hemen itiraz edeceklerdir.

Siyasî ümmetçilik gerçekleştikten sonra, vatan birliği –bu sefer ümmet'in vatanının birliği- doğacaktır. O halde, vatanı millet biriminin lehine unsurlar arasından çıkaralım. Tâbiyet, menfaat ve ülkü unsurları için de, tam doğru olmasa bile, biran için aynı şeyi yapalım. Geriye değiştirilemeyecek, hiçbir izahla ortadan kaldırılamayacak dil, soy, kültür ve tarih unsurları kalıyor. Bunlar, milletin lehine. Diğer tarafta ise, hem millet'te hem de ümmet'te bulunan din müştereği var... Bu mukayese, ümmet'in, millet'in yerini alamayacağını göstermektedir.

Siyasî ümmetçinin son itirazı da şöyle olabilir: Canım, siyasî ümmetçi gaye teessüs ettikten sonra, müşterek bir dil geliştirilir; müşterek bir kültür teşekkül eder; evlenmelerle soy müşterekliği de sağlanır. Eh, yeteri kadar vakit de geçerse, meselâ birkaç bin yıl sonra tarih müşterekliği de sağlanabilir.

Öyle ama, bu anlatılanlar, yeni bir milletin meydana getirilmesi demektir... Dini ile milliyeti iç içe bir milletin, meydana getirilmesi demektir... Yahudiler gibi, dinî millet'in ve millî dinin meydana getirilmesi demektir...

Esasen sırf bu gaye bile, İslâmiyet'e aykırıdır. Çünkü İslâmiyet âlemşumüldür... Bütün insanlık ve hatta bütün âlemler içindir.. O'na millî bir veçhe vermeğe çalışmak, bu âlemşumüllüğü tahribetmek ve yeni müslüman olacak insanlara engeller koymak demektir... Şimdi Müslüman olacak meselâ bir hıristiyanın terkedeceği tek şeyi, dinidir... Siyasî

ümmetçi gaye gerçekleşirse, aynı adam, bu sefer diniyle birlikte kültürünü, dilini, tarihini, soyunu da terketmeğe zorlanmış olacaktır. Halbuki, İslâmiyet'in müslümanlara işaret ettiği hedef; fark + cem = tevhid formulü içinde, yani millî farkları muhafaza etmek suretiyle

kardeş İslâm milletleri birliği idealidir... İslâmiyet'in tek millet içine hapsi değil... Meşrû ümmetçilik budur, böyle olmalıdır.

Ayrıca millet'i tercih etmek, ümmet'i reddetmek veya umursamamak değildir... Türk Milliyetçileri de Müslümandır. İslâm ümmeti'ne de bağlıdırlar... Biz, ümmet'e değil, siyasî ümmetçiliğe; yani, yukarda İslâmiyet'e de aykırı olduğunu gördüğümüz millî din ve dinî millet tezine karşıyız... Türk Milliyetçiliği din olarak Allah ve Resûlünün muhteşem çizgisinde yürümektedir. “Allah'tan başka ilâh yoktur” diyen Türk Milliyetçilerine küfür isnadedenler ve kâfir diyenler, ulu ve yüce Allah'a hesap vereceklerdir!

Prof. Dr. Amiran Kurtkan BİLGİSEVEN, Aydınlar Ocağı'nın tertiblediği bir Açık Oturum'da, bu konuda, şöyle diyor: “İslâmiyet, fark ve cem idraklerinin birlikte taşınmasını emreden bir din olduğu için, ilk bakışta Kur'ân da bütün Müslümanların tek bir ümmet olmaları gereğinin vurgulandığı düşünülebilir. Fakat bunun ideal bir hedef olduğu ve bütün Müslüman gruplar İslâmlar-arası cem duygusuna sahip çıkmadıkça, bu ideale kavuşulamayacağı, hatta kavuşulduktan sonra dahi milliyet realitesinin kaçınılmaz bir realite olduğu hususu, Kur'ân da

açıkça kabul edilmiştir. Bu açıklığa iki kanıta dayanmak suretiyle hükmediyoruz.”

“Kanıtlarımızdan birincisi, Kur'ân'ın örfe verdiği önemdir. Kur'ân, birçok meselelerde elâstiki âyetler getirmiş ve kesin çözümün milletin örfüne göre tayin edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Her milletin örfleri birbirlerinden farklı olduğu için, Kur'ân'da örf'e verilen önem, İslâmiyet'in milliyet farklarını bir realite olarak kabul ettiğini göstermektedir. Şu halde, İslâm milletleri arasında dahi ümmet birliği olması için millî meselelerde değil, ancak Müslüman milletler

arası sahanın örflerinde bir iştirak meydana gelmesi lâzımdır. Milletlerin kendi iç dünyalarında ise örf farklılığı, yorum farklılıkları dolayısıyla ortaya çıkan İslâmî yaşayış farkları halinde, mevcut olacaktır. İşte bu farklar gerek halkın hars olarak, gerek aydınların tezhip (yani işlenmiş kültür) olarak İslâmiyet'in her millet tarafından anlayış derinliği farkları ile yaşamasına yol açan millî kültür farklarıdır.”

“İkinci kanıtımız, Kur'ân'da ve hadislerde çeşitli İslâm milletleri arasında dahi, rahmaniyette kalanlarla daha içe, daha yakına (daha rahimiyete) geçebilme şerefine nail olanların ayırt ediş

keyfiyeti, İslâm'da milliyet farklarının kabul edildiğini gösteren açık bir kanıttır ve bu kanıt, Türk milletinin daha fazla rahmiyette olduğunu bize göstermektedir. Gerçi İslâm'da kavmiyet davası gütmek, kan üstünlüğü iddiasında bulunmak yasaklanmıştır. Fakat kavmiyet realitesi, kültür üstünlüğü olarak kabul edilmiştir. El Maide Sûresinin 54. âyetinde şöyle bir ifade yer alır: Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum (kavim) getirecek ki, (O) onları sever, onlar da O'nu severler. Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Ey inananlar hitabı, Arap kavminin inananlarına yapıldığı için, söz konusu edilen kavim, Arap kavmi değildir.”

“Bu âyette söz konusu edilen husus, her şeyden önce ayrı ayrı Müslüman milletlerin İslâm kültürünü hazmedebilme hususunda birbirleriyle aynı durumda olmadıklarıdır. Şu halde ümmet kavramının bütün İslâm milletlerini aynı idrakle bütünleştiremeyeceği, bu idraki

daha derinden hisseden milletlerin diğer İslâm milletlerinden daha fazla rahmiyete (Allah'ın daha fazla yakınlığına) mazhar edilecekleri hususu âyetle belirtilmiştir. Âyet, çeşitli zamanlarda daima tek bir milletin bu en yüce seviyeye lâyık olacağını belirtmekte ve bunun

şartlarını şu şekilde sıralamaktadır:”

“Mü'minlere karşı alçak gönüllü olmak, kâfirlere (yani Tevhit ehli olmayanlara) karşı onurlu ve şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek ve hiç bir kınayıcının kınamasından korkmamak.”

“Bu şartları bir zamanlar Arap milleti yerine getirebildi. Fakat sonradan bu şeref Türklere geçti. ..... Çünkü Hz. Peygamberden sonraki yüzyıllarda Araplar İslâmiyet'i Vehhabilik gibi sırf fark idrakine dayalı bir ideoloji ile yozlaştırmışlardır. Gerçi Türklerin sırf cem idraki ile yüklü olmaları da hatalıydı. Türkler İslâmiyet uğruna milliyetlerini dahi yok sayacak ve kendilerini feda edecek kadar ileri gitmişlerdir. El-Maide Sûresinin 54. âyetinde Allah onları sever ifadesinin yer alması bundan ileri gelmiştir. Gerçi Allah'ın istediği, en doğru İslâmî anlayış fark+cem anlayışıdır. Tıpkı bir yârin, sevgilisinden, hem kendini feda edecek kadar ona bağlı olmasını (yani cem idrakini) hem de hayatta kalıp ona hizmet etmek üzere kendi

varlığına sahip çıkmasını (yani fark idrakini) talep etmesi gibi, Allah da mü'minlerden fark+cem idrakini ister. Fakat canını feda edecek kadar kendini yâr'e adayışını da sever, çok sever.”

İSLÂMİYET ÜMMET BİRLİĞİNİ EMREDİYOR MU?

Aslında bu kadarı yeter ama biz gene de, bu konuda ulu ve yüce Allah ne buyuruyor, ona da

bakalım... Çünkü falanın ya da filanın ne dediği değil, ulu ve yüce Allah'ın ne buyurduğu önemlidir...

Ulu ve yüce Allah Bakara Sûresi, 213. âyetinde meâlen şöyle buyuyor: “İnsanlar bir tek ümmetti ..... aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah insanları ayrılığa düştükleri gerçeğe, kendi izni ile eriştirdi.”

Ulu ve yüce Allah Yunus Sûresi, 19. âyetinde de şöyle buyuruyor: “İnsanlar bir tek ümmet idiler. Sonra ayrılığa düştüler. Şayet Rabbin daha önceden bir söz vermemiş olsaydı, aralarında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu.”

Ulu ve yüce Allah Hud Sûresi, 118. âyetinde de meâlen şöyle buyurmaktadır: “Eğer Rabbin isteseydi, insanları tek bir millet yapardı.”

Ulu ve yüce Allah Nahl Sûresi, 93. âyetinde meâlen şöyle buyuruyor: “Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız.”

Ulu ve yüce Allah Maide Sûresi, 48. âyette de şöyle buyuruyor: “Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeraitler de) sizi denemek için (böyle yaptı) öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın.”

Ulu ve yüce Allah Yusuf Sûresi, 118. âyette ise şöyle buyuruyor: “Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilâfa düşmeye devam edecekler.”

Bu âyet-i kerimeler ile, nasılsa konu vuzuha kavuştu diyerek, burada zikretmeye lüzum görmediğimiz, daha bir çok âyet-i kerimelerde açıkça görülüyor ki, ulu ve yüce Allah siyasî ümmetçilik fikrini insanların önüne bir gaye ve hedef olarak koymuyor... Aksine İslâm

ümmetini teşkil eden Müslüman milletleri iyi işlerde yarışmaya dâvet ediyor... Hal böyle iken, “İslâmiyet ümmet birliğini gerçekleştirmeye çalışır, millet birliğine ise karşıdır” demek ne kadar İslâmî'dir ?

Bu konuda, Ülkücü Hareket'in büyük âlimi merhum Prof. Dr. Erol GÜNGÖR şöyle diyor: “İslâm doktrininde hiçbir zaman tek devlet fikri (tek devlete ilk rakiplerin çıktığı son Abbasi saltanatı dönemi hariç) işlenmemiştir. İslâm’ın esas gayesi hep Allah'ın emirlerine uygun ve

kulların haklarına riayetkâr bir devlet nizamının esaslarını göstermek olmuştur; bu esaslara uymak suretiyle din açısından herhangi bir İslâm devletiyle öbürü arasında fark gözetilmez. Ancak İslâm devletlerinin birbirleriyle olan münasebetleri de, Müslümanların münasebetleri gibi, şeriate uygun olmak zorundadır. (Osmanlılar Karaman Beyliği üzerine sefer açabilmek için İslâm âlimlerinden fetva almakta büyük güçlük çekmişlerdi, çünkü bir İslâm devletinin öbürü üzerine savaş açması dine aykırı görünüyordu.) Bunun dışında Müslümanların bir tek siyasî bayrak altında toplanmaları dinin bir emri olmadığı gibi -elbette bunun aksine hüküm de yoktur-, doktrinde bu konu ciddiye alınarak işlenmiş de değildir.”

Pekiyi, İslâmiyet Turancılık'a karşı mıdır? Hayır! Karşı değildir... Karşı olmadığı gibi, Turancılık, aksine İslâmiyet'in emridir... Hoppala, bu da nerden çıktı? Hiç bir yerden çıkmadı. Zaten, Kur'ân-ı Kerim'de vardı. Ama, bazıları görmek istemediği için, göremiyordu. Bunları, inşallah, az sonra, biz göstereceğiz.

TURANCILIK NEDİR?

Ancak, Turancılık nedir? Önce, mümkün olunabildiği kadar, kısa olarak, bu suali cevaplandırmaya çalışalım. Sonra da, İslâmiyet'in Turancılık konusundaki emirlerini göstermeye gayret edelim.

Turancılık nedir?

Turan, eskiden İranlıların Türkistan'a verdikleri addır. Türk Yurdu manâsına gelen Turan, İran kelimesinin zıddıdır. Mecâzen, Türklerin yeryüzünde yaşadıkları bütün ülkelerin toplamı, yani birleşik tek ve büyük Türk vatanı demektir. Bu anlamda, vatanla birlikte yeryüzündeki Türk soyundan gelen insanların birliğini ve bütünlüğünü ifade eder.

Türklerin, dünya çapında, böyle bir vatan ve millet birliği ülküsüne Turancılık denilmiştir ki, Ziya GÖKALP bunu Türkçülüğün Esasları isimli kitabında, Türkçülüğün uzak ideali olarak ifade eder. Uzak idealler için gerçekleşip gerçekleşmeme şartının aranmayacağını, onun “ruhlardaki vecdi sonsuz bir dereceye yükseltmek için ulaşılmak istenilen çok câzibeli bir hayal” olduğunu belirtir. “100 milyon Türkün bir millet halinde birleşmesi Türkçüler için en kuvvetli bir vecd kaynağıdır. Turan mefküresi olmasaydı, Türkçülük bu kadar süratle

yayılmayacaktı. Bununla beraber, kim bilir, belki gelecekte Turan mefküresinin gerçekleşmesi de mümkün olacaktır. Mefküre geleceğin yaradıcısıdır. Dün Türkler için hayali bir mefküre halinde bulunan millî devlet, bugün Türkiye'de gerçek halini almıştır” dedikten sonra da, Türkçülüğü şöylece derecelere ayırır: “O halde Türkçülüğü, mefküresinin büyüklüğü noktasından üç dereceye ayırabiliriz: 1- Türkiyecilik, 2- Oğuzculuk yahut Türkmencilik, 3- Turancılık. Bugün gerçeklik sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat, ruhların büyük bir özleyişle aradığı Kızıl Elma, gerçeklik sahasında değil, hayal sahasındadır.”

Bunlar, Ziya GÖKALP'in 1923 yılındaki fikirleridir. Ancak, Türk Birliği ya da Turancılık Fikri bir ilim, fikir ve edebiyât hareketi olarak, 1860'larda ortaya atılmıştı. Ve, bu fikre, yurt içinden ve Türk Dünyası'nın başka yerlerinden birçok milliyetçi önderler, çeşitli derece ve şekillerde katkılarda bulunmuşlardı. Fakat, bizim teferruat vermemize gerek yok... O sebeple biz, konuyu, Ülkücü Hareket'in merhum Başbuğ'u Alparslan TÜRKEŞ'i izleyerek, özetlemekle iktifa edeceğiz.

Ancak, önce Cemal KUTAY'ın bize orijinal gelen bir görüşünü kısaca ifade etmek istiyoruz. Cemal KUTAY; Teşkilât-ı Mahsusa (MİT'in Osmanlıdaki atası) Devlet'in tehlikede olduğunu görünce, Devlet-i Aliye'yi kurtarmak için fikir üretmeye başladı. Osmanlıcılık da, İslâmcılık da, Türkçülük de Teşkilât-ı Mahsusa'nın ortaya attığı ve bir takım yazar-düşünür ile beslediği fikirlerdir. Her bir fikir, Teşkilât-ı Mahsusa'da bir masa ile temsil edilirdi. Meselâ Türkçülük

masasında Ziya GÖKALP, İslâmcılık masasında ise Mehmet Akif ERSOY ile Said NURSİ çalışmışlardır, diyor... Başka bir kitabında ise, Kuzey Afrika'daki Arap kabileleri, İtalyanlara karşı teşkilâtlandırmak için, Teşkilât-ı Mahsusa adına askerî teşkilâtlandırıcı olarak Enver PAŞA ile Mustafa KEMAL, nasihatçi olarak da Mehmet AKİF ve Said NURSİ birlikte

çalışmışlardır, diye yazıyor. Bunlar olabilir mi? Olabilir. Çünkü, fikirlerin ortaya çıkışı ile Osmanlı'nın çöküşü arasında zaten bir paralellik var. Ayrıca, fikirler birileri sanki bir düğmeye basmış gibi, peş peşe zuhur ediyorlar. Ne ise...

TURANCILIK NEDEN DOĞDU?

“Turancılık Fikri” hangi sebep ve sâikler altında ortaya çıkmıştır?

Bu sualin cevabı biraz tartışmalıdır... Bazılarına göre, Turancılık, batıcılığa bir tepki olarak doğmuştur... Ancak, bu görüşün hakikatle bir ilgisi yoktur. Çünkü Türkçülük-Turancılık başlangıcından itibaren aydınların öncelikle ve daima bir ilim, fikir, edebiyât ve sanat

hareketi olarak gelişmiştir. Siyaset sonradır ve siyasetle birlikte diğer faaliyetler her zaman için vardır.

Bazı kimseler de, Türkçülük-Turancılık hareketinin Panislavizm'e bir tepki olarak doğduğunu söylemektedirler... Bu görüşte, büyük bir gerçeklik payı vardır. Çünkü Türklüğün büyük bir bölümü 18. yy.dan itibaren Rus Çarlığı'nca yutulmuş bulunuyordu. En azından bu Türkler

istiklâllerini Ruslar'a karşı kazanmak durumunda idiler. Ayrıca, Doğu Türklüğünü zulmü altına almış olan Panislavizmin Batı'da da en büyük hedefi Osmanlı idi... Türkiye'nin modernleşme ve güçlenme çabalarını, sabote eden, boşa çıkartan başlıca belâ merkezi de Rusya idi. Balkanlı milletlerin bize isyanında da Rus parmağı daima mevcud olmuştur.

Batı Türkleri arasında millî şuurun gelişmesinde Rus harblerinin doğurduğu acıların, bu harblerde gösterilen kahramanlıkların, çekilen ıstırapların, ağır toprak kayıplarının büyük rolü vardır... Bu bakımdan elbette Türk Milliyetçiliğinin uyanmasında, Moskof faktörü mühim bir

âmil olmuştur. Panislavizm nasıl, yeryüzünde Türk varlık ve hâkimiyetine son vermek istiyor idiyse, Türkçülük de Rusya'nın yıkılıp paramparça olmasını istiyordu...

Osmanlı Türkleri için Türkçülük-Turancılık akımının kendi iç şartlarımızdan doğan ve dış şartlarla birleşen başka sebepleri de vardı. Meselâ her gün biraz daha çöküntüye doğru giden Devlet-i Aliye için kurtarıcı formüller aranıyordu.

Tanzimat'tan sonra ileri sürülen başlıca görüş, Tanzimat'ın esas ve temel ideolojisi olan Osmanlıcılık idi. Her şeyden evvel devletin o günkü sınırlarını korumak ve devam ettirmek arzusundan doğan bu görüşün esası, devlet birliği fikri çevresinde bütün Osmanlı tebâsını birleştirmekti. Devletin kurucusu ve sahibi olarak bu görüşü, herkesten önce ve büyük bir samimiyetle Türkler benimsedi. Bu tabii idi, ancak başka da kimse benimsemedi. Dolayısı ile pratik hiçbir sonuç doğuramadan yok oldu, gitti.

Osmanlıcılık’ın yanı sıra ve özellikle 1908'den sonra ortaya atılan görüşlerden biri de siyasî manâda İslâmcılık=İslâm Birliği fikri idi. Bunun esası da, Müslüman olmayanlar ayrılsa bile, hiç olmazsa Müslüman Osmanlıların birliğini korumaktı. Zaten devletin hukukî yapısı içinde, Müslüman olan diğer kavimlerle Türkler arasında hiçbir ayrılık gayrılık yoktu, hepsi eşitti. Böyle bir birlik sağlanabildiği takdirde Osmanlı yine büyük bir devlet olarak kalabilirdi. Ama ne yazık ki, bu görüş de, ne kadar akla yakın görünürse görünsün, gerçekçi bir fikir değildi. Çünkü milliyetçilik ateşi ile tutuşan yalnız Hıristiyanlar değil, aynı zamanda Müslüman

Osmanlılardı. Belli idi ki, bu görüş de, umulan sonucu vermeyecekti. Nitekim vermedi.

Aydınlar birbirine zıd duygular içinde bunalmış, karamsar, çaresiz ve ümidsiz bir ruh hali içine düşmüşlerdi. Bunlar asırlardan beri büyük devletler kurmuş bir milletin aydınları idi. Tarih boyunca sahip oldukları en büyük, en devamlı devletin çöküşünü görüyorlardı. Ama yine büyük bir devlet halinde devam etmek istiyorlardı. Başka türlü düşünmeleri âdeta imkânsızdı. Hiç kimse küçülmeğe, azalmağa razı olmaz, bu, insanın yapısında yoktur. Öyle ise, bu şartlara, bu psikolojiye uygun kurtarıcı bir fikir lâzımdı.

Öyle bir fikir ki, çağın milliyetçilik yönünde gelişen akışına ve Türk tarihinin büyüklüğüne uygun olsun. 2500 yıldır büyük devletler halinde yaşamış bir milletin çocuklarının, gene aynı büyüklükle devam etme arzularını tatmin etsin. Yaralanan millî gururu tedavi etsin.

Yıkılmağa yüz tutan devletimizin kayıplarını telâfi etsin. Ümitsizlik ve karamsarlıkla bunalmış gönüllere ümid ve heyecan aşılasın. İşte beklenen kurtarıcı fikir, işaret edilen bütün bu unsurları içinde taşıyarak, Türkçülük ve onun o zamanki siyasî ülküsü olan Turancılık

şeklinde ortaya çıktı.

Bu görüşün esası şudur: Dinleri, dilleri, soyları, kültürleri, bir olan, dünyanın her tarafındaki Türkler, bir bayrak altında ve bir devlet halinde birleşmelidir. Balkanlar'dan Büyük Okyanus'a, Rusya ortalarından Arabistan'a, Sibirya'dan Hindistan'a kadar uzanan, sonsuz

alanda, bir tek din'e inanan, tek bir dil konuşan, yekpâre bir kültürde birleşmiş dev bir kitleye dayanan muazzam bir devlet hayali... İşte Turan! Ama önce, esir Türkleri hürriyet ve istiklâllerine kavuşturmak lâzım... Olsun. O da, bir şekilde yapılır!

Üstelik, Türkçülük - Turancılık sosyal ve kültürel programı bakımından İslâmcılık ve Muasırlaşma akımları ile de uyuşan bir sentezi ifade ediyordu. Ziya GÜKALP'in Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak tezi de bu sentez fikrinin ifadesi idi. Bundan başka, bütün Türklerin Müslüman oluşu da siyasî bakımdan İslâm Birliği fikri ile Turancılık arasında bir intibak noktası idi. Çünkü, Türkçülerin Turan diye ilgilendiği ülkelerle, İslâmcılar, İslâm diyarı olarak ilgili idiler.

Ziya GÖKALP'in Turan manzumesi tam da bu sırada yayınlandı ve beklenen bir idealin ilk kıvılcımı oldu.

Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!

TURANCILIK HAYAL MİYDİ?

Turancılık, gerçekçi mi idi? Sosyal ve kültürel programı ile evet! Türkiye, I. Dünya Harbi'nde ve hatta Millî Mücadele'de bu idealin kanatlandırdığı millî şuurla dövüşmüştür. I. Dünya Harbi sonuna kadar da milliyetçi olan bütün aydınlar çok tabii olarak Turancı idi. Ancak, harbin bilinen neticeleri, önceden rasyonel görünen Turancılık'ı siyasî hedefleri bakımından hayal sahasına itmiştir. Osmanlı Devleti çöktükten, Batı Türklüğü yurdunda bir varlık-yokluk savaşına mecbur kaldıktan sonra Turan'a ulaşılması mümkün değildi, nitekim olmadı. Öteki Türk illeri ve boyları ise, kendi başlarına devamlı bir siyasî netice istihsal edebilecek güç, seviye ve imkâna sahip değillerdi.

Son imkânlarını kullanarak Millî Mücadele'yi zafere ulaştıran Türkiye'nin ise, değil Turan'a gitmek, bir adım daha atmak için bile gücü kalmamıştı. Öyle ki, Hatay, Musul, Batı Trakya gibi Misâk-ı Millî'ye dahil öz topraklarını bile dışarıda bırakmak pahasına bir an önce emperyalisti yurttan atarak harbi bitirmek mecburiyetinde idi. Muhtevası ve tatbikatı tartışılabilir olmakla birlikte, prensip olarak Atatürk devrinde hâkim siyaset milliyetçilik idi. Bunu kimse inkâr edemez. Ancak, Atatürk gerçekçi bir asker ve siyaset adamı idi. Devletin, Türkiye'nin istiklâlini muhafaza etmekten daha aziz başka bir gayesi olamazdı. Esasen artık, halâ Turan'a doğru siyasî ve askerî harekât isteyen herhangi bir milliyetçi aydın da kalmış değildi.

Bu durumda, Türkiye Türklerinin, Osmanlı Devleti bakiyesi olarak kalanlar da dahil Dış Türkler ile ilgisi, onlar için iyilik temennisinde bulunmak, milletdaş olduğumuzun şuurunu taşımak, kültür birliğimizi muhafaza etmek ve mümkün olan ölçüde kültür alışverişinde

bulunmaktan ibaret olabilirdi, öyle de oldu.

Atatürk'ün ölümünden sonra, Türkiye'de, hümanist ve bir anlamda sosyalist bir eğitim ve kültür politikası ağırlık kazanmaya başladı. Milliyetçilik resmiyette devam etmekle birlikte, uygulamada göz ardı edildi, hatta horlandı. Bunda, 2. Dünya Harbi'nin kaderinin Faşist-

Nazist cephenin aleyhine dönmesinin de tesiri olduğu muhakkaktır. Fakat, neden ve niçin oldu ise oldu... Netice olarak, İsmet İNÖNÜ zamanında, 1944 yılında başta H. Nihal ATSIZ ve Alparslan TÜRKEŞ olmak üzere Türkçü ve Turancılar'ın ileri gelenlerinin hepsi tutuklandılar. Meşhûr 3 Mayıs 1944 Olayı.

Halbuki, T.C. Devleti kanunlarında Türkçülük - Turancılık diye bir suç mevcut değildi. O sebeple, Türkçü ve Turancılar mevcut anayasa rejimini yıkmak üzere gizli cemiyet kurmakla, Almanlar ile işbirliği yapmakla suçlandılar. Ama bu iddiaların da gerçekle bir ilgisi yoktu.

Neticede suçlananların hepsi beraat ettiler. Bunlar, zaten herkesçe bilinen şeyler...

Günümüzde de Türk Milliyetçileri'nin tamamına yakın çoğunluğu, aynı zamanda da tabii olarak Turancıdırlar. Bu Turancılık’ın manâsı ve muhtevası da, Türk Milleti kavram ve gerçeğini herhangi bir siyasî sınırla sınırlanmış görmeden, yeryüzünün her tarafında yaşayan Türkleri aynı milletin parçaları olan sosyolojik ve kültürel bir bütün kabul etmek, Türklüğün din, dil ve kültür birliğini mümkün olduğu kadar muhafaza etmek ve geliştirmek, bütün Türklük hakkında iyi temennilerde bulunmak, esir Türklere hürriyet ve istiklâl kazandırmak için fikren ve fiilen çalışmak, bu mümkün değil ise, insan haklarına uygun şartlarda bulunmalarını istemek ve eğer mümkün olursa müstakil Türk Devletleri'ni bir Türk Halkları Konfederasyonu şeklinde birleştirmek, olarak özetlenebilir. Bu mahiyetiyle, günümüz Turancılık'ı, tarihî, sosyal ve kültürel gerçeklere ve 21. yüzyılın insanlık ideallerine, B.M. Anayasası ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ne uygun bir düşünce ve tutumdur.

Görülüyor ki günümüzde artık Turancılık’ın yakın siyasî bir hedefi ve aksiyonu vardır. Ve, bu, Türk Halkları'nın müstakil devletler halinde birbirleriyle münasebette bulunmaları ve mümkün ise bir Türk Halkları Konfederasyonu kurmalarıdır... Doğrusu, bağımsız beş Türk

Cumhuriyeti, yani Azerbaycan Cumhuriyeti, Kazakistan Cumhuriyeti, Kırgızistan Cumhuriyeti, Özbekistan Cumhuriyeti ve Türkmenistan Cumhuriyeti kurulup, B. M. Teşkilâtı tarafından kabul edilinceye kadar biz Türkiyeli Turancılar, Türk Birliği meselesine, tek millet ve tek devlet olarak bakıyor idik... Ancak şimdi, bu Türk devletlerinin kurulup, bağımsızlıklarını dünyaya kabul ettirmelerinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türkiyeli Turancılar olarak hemen hemen direkt hiçbir katkımız olmadığı için, konuya artık Türk Halkları Konfederasyonu olarak bakmak durumundayız.

İşte bu, Türk Halkları Konfederasyonu kurulursa ki, inşaallah, bir gün muhakkak kurulacaktır, mutlaka şu esasa dayanmalıdır: Konfederasyon'un yetki ve otoritesi, millî devletlerin millî hâkimiyet, yani milli hükümranlık (Souverainete nationale) hakkı ile tahdit olunmalıdır. Bu esas konfederal hukukun, en önemli ilkesi sayılmalıdır.

Burada akla hemen mühim bir soru geliyor: Millî devletlerin hâkimiyetleri bâki kalırsa, konfederal devletin yetkisi ne olacaktır? Bu sorunun cevabı şudur: Konfederal devletin yetkisi, konfederal devletin anayasasında, (yani konfederasyon şeklinde birleşen millî

devletlerin kendi aralarında imzaladıkları anlaşmada) millî devletlere ait olup da, konfederal devlete bırakılmış ve açık olarak sayılmış belirli ve sınırlı hakların kullanımı yetkisidir.

Peki, millî devletler hâkimiyet haklarını kullanmak yetkisini, hangi sahalarda konfederal devlete bırakmalıdırlar? Bu sorunun cevabı konfederal devletin yani “Türk Halkları Konfederasyonu”nun kurulmasındaki esas gayeden çıkar. Konfederal devletin yetkileri bu

esas gayeye göre belirlenir. Gerisi teferruattır ve günü gelince yetkililer tarafından düşünülür, en uygunu bulunur, tatbik edilir.

Bütün bu yazdıklarımızın özü şu ki, Türklüğün hür, bağımsız, mesut ve müreffeh olmasını, Türk kültürünün dünyanın her tarafında korunup, muhafaza edilmesini ve geliştirilmesini istemek ve mümkün olursa müstakil Türk Devletlerinin bir konfederasyon şeklinde birleşmelerini arzu etmek, şeklindeki Turancılık'ın Türkiye sevgisi ile de İslâmiyet ve İslâmiyet'in meşrû ümmet birliği fikri ile de çelişen bir tarafı yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bunu, hüsn-ü niyet sahibi olan herkes zaten bilir!

İSLÂMİYET'İN TURANCILIK HAKKINDAKİ HÜKMÜ NEDİR?

Bu, hayli uzun, Turancılık özetinden sonra, konuya kaldığımız yerden devam edelim ve İslâmiyet'in “Turancılık Meselesi” hakkındaki hükümleri ile emirlerini ortaya koymaya çalışalım.

Ulu ve yüce Allah Bakara Sûresi, 84. 85. ve 86. âyetlerinde bakın ne buyuruyor:

“(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair, sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.”

“Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları

yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde, fidye verip, onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz, Kitab'ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, dünya hayatında rüsvaylık; kıyamet gününde ise, en şiddetli azaba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan, asla gâfil değildir.”

“İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden, ne azapları hafifletilecek, ne de kendilerine yardım edilecektir.”

Âyet meâlleri açık ve net olarak, insan topluluklarını hem öldürmenin, hem de yurtlarından çıkarmanın, ulu ve yüce Allah tarafından kesin olarak yasaklandığını; bu yasağa rağmen bu işleri yapanların, hem bu dünyada hem de öte dünyada ulu ve yüce Allah tarafından şiddetle cezalandırılacaklarını, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir şekilde ortaya sermektedir.

Bir de gene, Bakara sûresinin 191. âyetinin meâlini okuyalım: “Onları nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den, yurdunuzdan) çıkarın.”

Bu âyet-i kerime'yi, Hak Dini Kur'ân Dili isimli büyük tefsir kitabında merhum Elmalılı Hamdi YAZIR şöyle tefsir ediyor: “Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, hallû haram demeyin, onlar taarruz etsin diye beklemeyin, böyle yapın ve sizi çıkardıkları yerden, yani

Mekke'den onları çıkarın, vatanınızı onların elinden kurtarın.”

İsmi gerekmez bazı kimselere, soruyoruz; Bakara Sûresinin bu 191. âyet-i kerimesi, Turancılık'ı emir mi ediyor, yoksa yasaklıyor mu? Siz ne derseniz deyin... Biz iddia ediyoruz ki, bu âyet bütün Türklere Turancılık'ı emretmektedir! Çünkü İslâmiyet'in özel bir olay için

ortaya çıkan hükümleri bile genele şamildir... Öyleyse, bu âyetin Mekke'nin Müslümanlar tarafından kurtarılmasını emreden hükmü de, bütün insanlığı şamil bir hükümdür... Ve, ulu ve yüce Allah bu âyeti ile bütün Türklere Turancı olmayı, yani başta anavatan olmak üzere esir

Türk ellerini düşman elinden kurtarmayı emretmektedir!

Aksi halde, ulu ve yüce Allah Arap Milletine başka, Türk Milletine başka, bir standart uygulamış olur ki, ulu ve yüce Allah çifte standart uygulamaktan münezzehtir... Ey! İsmi gerekmez kimseler, yoksa siz ulu ve yüce Allah çifte standart uyguluyor mu, demek istiyorsunuz? Hâşâ, hâşâ sümme hâşâ! Öyle ise: İslâmiyet Turancılık'ı yasaklamıyor... İslâmiyet, aksine, bütün Türklere Turancı olmayı, Turancılık yapmayı emrediyor!..

Bir de, Kasas Sûresinin 85. âyetini okuyalım. Âyet meâli aynen şöyledir: “Kur'ân-ı sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.”

Burada, dönülecek yer kavramı iki anlam taşımaktadır: Birincisi, ulu ve yüce Allah'tan geldiğimizi ve O'na döneceğimizi bildiren ve başka âyetlerde de ifade edilen hususa aynen işaret eden anlamdır. Âyetin ikinci manâsı ise, Hz. Peygamber'in zulme uğratılarak çıkarıldığı kendi yurduna yani Mekke şehrine (muzaffer bir şekilde) döndürüleceği müjdesidir.

Aynı müjde Turan Elleri'ni de neden kapsamasın? Nitekim, kapsadığı bütün dünya tarafından görülmüştür! Turan Elleri'nde bugün, çok şükür müstakil ve bağımsız beş Türk Cumhuriyeti vardır!

Bir de, Nisâ Suresi, 75. âyetinin meâlini okuyalım. Ulu ve yüce Allah şöyle buyuruyor: “Size ne oldu da ‘Allah yolunda ve Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”

Mekke'nin fethinden önce orada kalıp Medine'ye göç edemeyen Müslümanlar zalim, müşrik Mekkelilerden büyük işkenceler görmüş, cefâlar çekmiş ve ulu ve yüce Allah'a iltica ederek O'ndan yardımcı göndermesini dilemişlerdi. Âyet buna işaret etmekle beraber, dünyanın

neresinde olursa olsun, zulüm ve haksızlığa uğramış çaresizlere, Müslümanların yardım etmelerini ve gerekirse onların uğrunda savaşmalarını istemektedir. Bu meselenin bir yönü ki, bu bile bizim Turancı olmamız için yeter! Diğer yönü ise şu: Biz Türkiyeli Türkler

Anavatan'dan Anadolu'ya göç ettikten sonra, Anavatan'da kalan milletdaşlarımızın bir kısmı Rus, bir kısmı ise Çin emperyalizminin boyunduruğu altına düşmüşler, zulüm ve baskıya uğramışlardır. Bu, doğru mu? Doğru! Rus ve Çin emperyalizmine maruz kalan bu Türklerin hemen hemen tamamı Müslüman mı? Müslüman! Öyle ise, bu âyet'in hükmü burada ve bu olay içinde geçerli olmaz mı? Olur! Bu, Turancı olmayı bize, ulu ve yüce Allah emrediyor, anlamına gelmez mi? Gelir!

Son olarak, bir de, Nahl Sûresi, 90. âyetinin meâline bakalım. Ulu ve yüce Allah bu âyette, meâlen şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt

veriyor.”

Biz, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri, bu âyetten şunları anlıyoruz: Ulu ve yüce Allah bu âyette dünya nizamını sağlayan üç esası emrediyor; buna karşılık üç çirkin davranışı da yasaklıyor. Emrettiği esaslar: Adalet, ihsan ve akrabaya yardımdır. Yasakladıkları

ise: Fuhuş, münker ve zulümdür.

Adalet: Her şeyi tam olarak yerine getirmek, herkesin hakkını vermek ve ölçülü davranmak demektir. İhsan: İyilik etmek, hayır yapmak, bağışta bulunmak ve emredilen şeyi gerektiği gibi yerine getirmek demektir. İbadette ihsan; ulu ve yüce Allah'ı görür gibi ibadet etmektir. Akrabaya yardım: Uzak ve yakın akrabaya iyilik etmek, ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara karşı iyi davranmak demektir.

Fahşâ: Yalan, iftira ve zina gibi söz veya fiille işlenen günah ve çirkinliklerdir. Münker: Şeriat ve aklıselimin beğenmeyip fena kabul ettiği iş ve davranış demektir. Bağy: İnsanlara karşı üstünlük iddia edip onları, zulüm ve baskı altında yaşatmak demektir.

Bu âyetteki bir emir ile bir yasak konumuz ile direkt olarak ilgilidir ve tezimizi ispat için kullanacağımız delilleri ihtiva etmektedir... Emir, akrabaya yardımdır. Yasak ise, zulüm (bağy) dur. İkisini birleştirerek şöyle demek, lâzımdır ve de mümkündür: Ulu ve yüce Allah uzak ve yakın akrabalarımız olan milletdaşlarımıza, Onların zulümden kurtulmalarına (hürriyet ve istiklâllerine kavuşmalarına) maddî ve manevî destekler sağlayarak, yardımcı olmamızı emretmektedir. Bu, işte bu, Türk Milleti açısından, Turancılık'tır! Bir itirazı olan

var mı? Yok! Olamaz! Çünkü, ulu ve yüce Allah, en-Nisâ Sûresi, 1. âyet de, meâlen şöyle buyurmaktadır: “...Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”

İşte, konu ile ilgili, iki de örnek hadis-i şerif...

“Peygamber Efendimiz buyuruyor: Yahudi ve Nasarayı (Hıristiyanları) Arap Yarımadası'ndan mutlaka çıkaracağım. Orada Müslümanlardan başka kimseyi bırakmayacağız.” (Müslim, Tirmizi, Ebu Davut)

“Peygamber Efendimiz son anında üç şey vasiyet etti: (Birincisi) müşrikleri Cezire't'ül Arab'dan (Arap Yarımadası'ndan) çıkarınız.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Bu mübârek iki hadisten anlaşıldığına göre; Peygamber Efendimiz sağlığında dininin, milletinin, vatanının ve devleti'nin selâmeti ve bekâsı için, İslâm düşmanlarını Arap Yarımadasından, yani vatanından çıkarmak için çok uğraşmış ama, bu gayesini gerçekleştirememiş. Ve, bu amacını, yerine getirmeleri için, kendisinden sonra gelecek olan; genel olarak bütün Müslümanlara, özel olarak da Arap Müslümanlara vasiyet etmiştir.

Böyle olunca: İslâmiyet Turancılık'a neden ve nasıl karşı olsun? Turancılık İslâmiyet'e nasıl aykırı olabilir? Ey!.. İsmi gerekmezler zırvalamayı bırakın... İslâmiyet Turancılık'a karşı değildir. Karşı olamaz! Karşı olmadığı gibi, Turancılık ulu ve yüce Allah'ın bütün Müslüman Türklere kesin bir emridir!..

Ayrıca, istisna sayılabilecek çok küçük bir kısım Türk hariç tutulur ise, dünyadaki bütün Türkler Müslümandır. Bunda hiç kimsenin şüphesi var mı? Hayır, yok! Olamaz da, çünkü bu, ilme ve gerçeklere aykırı olur. Öyle ise, Türk Birliği'ni gerçekleştirmek üzere yapılan her faaliyet aynı zamanda da, dolaylı olarak İslâm Birliği'ni tahakkuk ettirmek üzere yapılmış bir çalışma sayılmaz mı? Sayılır! Bunu inkâr etmek, nankörlük sayılamaz mı? Elbette, sayılır! Öyle ise, bir bakıma İttihad-ı İslâm demek olan, Turancılık İslâm Birliği'ne nasıl aykırı

olabilir ki? Tabii ki, olamaz!

Merhum Prof. Dr. Erol GÜNGÖR, şöyle diyor: “Türklerin hepsi de Müslüman oldukları için, Türk Milliyetçiliği aynı zamanda bir İslâmî hareket halinde gelişmiş, İslâmcılar -İmparatorluğun dağılma yılları hariç- bu harekete hiçbir zaman doğrudan cephe almamışlardır.”

“Türkçüler Türk birliğinin bir bakıma İslâm Birliği demek olduğunu düşünüyorlar, veya hiç değilse Türkçülük fikrinin İslâm dayanışması konusundaki kuvvetli duygulara aykırı düşmesinden kaçınıyorlardı.”

“İslâm âleminde İslâm Birliği cereyanı ile milliyetçilik hareketleri aynı zamana rastlar. ..... Her iki hareket bu başlangıç yıllarında Batı'ya bir tepki olarak ortaya çıktığı için,

milliyetçilikle İttihad-ı İslâm fikri ..... birbiriyle çatışmadan, hatta bazen birbirini destekleyecek şekilde cereyan ettiği görülmektedir.”

“Türkiye'de İslâmcı görüş esas itibariyle milliyetçilik patenti altında işlenmektedir, yani milliyetçilikle İslâmcılık birbiri içine girmiştir.”

Bölümü, Ülkücü Hareket'in merhum Başbuğu, Alparslan TÜRKEŞ'in sözleri ile bitirelim: “Türk Birliği ülküsü, yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve bir devlet halinde, bir bayrak altında toplanması ülküsüdür. Bunun tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta imkânsız gibi görünebilir. Birçok kimseler bunu zararlı bir hayal (ütopi) olarak da vasıflandırabilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her hakikat önce bir hayal ile başlar. Yine hatırlamak gerektir ki, 1919 yılında hür ve müstakil bir Türkiye kurmak için Anadolu'da dünyanın galiplerine karşı savaşa girişmek de çılgınlık ve hayal diye vasıflandırılmıştı. Fakat inanmış ve kendilerini bir ülküye vermiş olanlar, yurdu kurtarmaya ve müstakil bir Türkiye meydana getirmeye muvaffak oldular.”

“Türk Birliği de sistemli çalışmak, fırsat kollamak ve her şeyden önce Türkiye'yi korumak ve yükseltmeye çalışmak suretiyle bir gün elbet hakikat olacaktır.”

EZGİCD

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder