TURANCILIK NEDİR?
İSLÂMİYET TÜRK BİRLİĞİ FİKRİNE NASIL BAKIYOR?
İSLÂMİYET TURAN FİKRİNE KARŞI MIDIR?
TURANCILIK İSLÂMİYET'E AYKIRI MIDIR?
Bu suallere kısaca olsa da cevap vermek durumundayız. Çünkü ismi
gerekmez bazı kimseler bu “Turancılık Meselesini” de çok fazla istismar
ediyorlar... En çok da, “Türk Birliği İslâm'a aykırıdır. İslâm, millet
birliğini değil, ümmet birliğini kurmayı hedefler” diyorlar... Bu doğru
mu?
Gerçekten, İslâmiyet ümmet birliğini mi hedefliyor? İslâmiyet tek bir
ümmet olan müslüman milletlerin bir tek devletlerinin olmasını mı
emrediyor? Ümmet, millet'in yerini alabilir mi? Tarihin temel yürütücü
âmili olan milletler mücadelesi, bu sıfatı, ümmetler mücadelesine
terkedebilir mi? Aynı dine mensup olan milletler, ümmet birimi içinde
siyasî birlik sağlayıp, insanlar, rekabetlerini ümmet teşkilâtı altında
yürütebilir mi?
Siyasî ümmetçiler bu suallerin hepsine de “evet” diye cevap verirler...
Peki, biz Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri ne cevap veririz?
Biz de, soruların hepsine “hayır” diye cevap veririz.
Niçin hayır? Çünkü İslâmiyet böyle şeyler istemiyor da onun için! Bu
suallere bu kadar bir cevap yeter, ama biz gene de daha detaylı ve âyet
ve hadislerle tasdik edilen veya âyet ve hadislerden kaynaklanan bir
cevap vermeye gayret edelim...
Milletin müşterekleri nelerdir? Din, dil, soy, kültür, tâbiyet, ülkü,
vatan, tarih ve menfaat birlikleri... Ümmet hangi müştereklere sahiptir?
Sadece din unsuru... Acaba hangi müştereklerin toplam bağlayıcılık gücü
büyük? Ümmet'in yegâne müştereği olan din, millet
biriminde de mevcut. Buna ilâve olarak millet'te, ümmet'te bulunmayan
başka bağlayıcı unsurlar da var... O halde, milletin bağlayıcı gücü
ümmet'inkinden fazladır... Fakat biz, bunları söylediğimizde, siyasî
ümmetçiler hemen itiraz edeceklerdir.
Siyasî ümmetçilik gerçekleştikten sonra, vatan birliği –bu sefer
ümmet'in vatanının birliği- doğacaktır. O halde, vatanı millet
biriminin lehine unsurlar arasından çıkaralım. Tâbiyet, menfaat ve ülkü
unsurları için de, tam doğru olmasa bile, biran için aynı şeyi yapalım.
Geriye değiştirilemeyecek, hiçbir izahla ortadan kaldırılamayacak dil,
soy, kültür ve tarih unsurları kalıyor. Bunlar, milletin lehine. Diğer
tarafta ise, hem millet'te hem de ümmet'te bulunan din müştereği var...
Bu mukayese, ümmet'in, millet'in yerini alamayacağını göstermektedir.
Siyasî ümmetçinin son itirazı da şöyle olabilir: Canım, siyasî ümmetçi
gaye teessüs ettikten sonra, müşterek bir dil geliştirilir; müşterek bir
kültür teşekkül eder; evlenmelerle soy müşterekliği de sağlanır. Eh,
yeteri kadar vakit de geçerse, meselâ birkaç bin yıl sonra tarih
müşterekliği de sağlanabilir.
Öyle ama, bu anlatılanlar, yeni bir milletin meydana getirilmesi
demektir... Dini ile milliyeti iç içe bir milletin, meydana getirilmesi
demektir... Yahudiler gibi, dinî millet'in ve millî dinin meydana
getirilmesi demektir...
Esasen sırf bu gaye bile, İslâmiyet'e aykırıdır. Çünkü İslâmiyet
âlemşumüldür... Bütün insanlık ve hatta bütün âlemler içindir.. O'na
millî bir veçhe vermeğe çalışmak, bu âlemşumüllüğü tahribetmek ve yeni
müslüman olacak insanlara engeller koymak demektir... Şimdi Müslüman
olacak meselâ bir hıristiyanın terkedeceği tek şeyi, dinidir... Siyasî
ümmetçi gaye gerçekleşirse, aynı adam, bu sefer diniyle birlikte
kültürünü, dilini, tarihini, soyunu da terketmeğe zorlanmış olacaktır.
Halbuki, İslâmiyet'in müslümanlara işaret ettiği hedef; fark + cem =
tevhid formulü içinde, yani millî farkları muhafaza etmek suretiyle
kardeş İslâm milletleri birliği idealidir... İslâmiyet'in tek millet
içine hapsi değil... Meşrû ümmetçilik budur, böyle olmalıdır.
Ayrıca millet'i tercih etmek, ümmet'i reddetmek veya umursamamak
değildir... Türk Milliyetçileri de Müslümandır. İslâm ümmeti'ne de
bağlıdırlar... Biz, ümmet'e değil, siyasî ümmetçiliğe; yani, yukarda
İslâmiyet'e de aykırı olduğunu gördüğümüz millî din ve dinî millet
tezine karşıyız... Türk Milliyetçiliği din olarak Allah ve Resûlünün
muhteşem çizgisinde yürümektedir. “Allah'tan başka ilâh yoktur” diyen
Türk Milliyetçilerine küfür isnadedenler ve kâfir diyenler, ulu ve yüce
Allah'a hesap vereceklerdir!
Prof. Dr. Amiran Kurtkan BİLGİSEVEN, Aydınlar Ocağı'nın tertiblediği bir
Açık Oturum'da, bu konuda, şöyle diyor: “İslâmiyet, fark ve cem
idraklerinin birlikte taşınmasını emreden bir din olduğu için, ilk
bakışta Kur'ân da bütün Müslümanların tek bir ümmet olmaları gereğinin
vurgulandığı düşünülebilir. Fakat bunun ideal bir hedef olduğu ve bütün
Müslüman gruplar İslâmlar-arası cem duygusuna sahip çıkmadıkça, bu
ideale kavuşulamayacağı, hatta kavuşulduktan sonra dahi milliyet
realitesinin kaçınılmaz bir realite olduğu hususu, Kur'ân da
açıkça kabul edilmiştir. Bu açıklığa iki kanıta dayanmak suretiyle hükmediyoruz.”
“Kanıtlarımızdan birincisi, Kur'ân'ın örfe verdiği önemdir. Kur'ân,
birçok meselelerde elâstiki âyetler getirmiş ve kesin çözümün milletin
örfüne göre tayin edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Her milletin
örfleri birbirlerinden farklı olduğu için, Kur'ân'da örf'e verilen önem,
İslâmiyet'in milliyet farklarını bir realite olarak kabul ettiğini
göstermektedir. Şu halde, İslâm milletleri arasında dahi ümmet birliği
olması için millî meselelerde değil, ancak Müslüman milletler
arası sahanın örflerinde bir iştirak meydana gelmesi lâzımdır.
Milletlerin kendi iç dünyalarında ise örf farklılığı, yorum
farklılıkları dolayısıyla ortaya çıkan İslâmî yaşayış farkları halinde,
mevcut olacaktır. İşte bu farklar gerek halkın hars olarak, gerek
aydınların tezhip (yani işlenmiş kültür) olarak İslâmiyet'in her millet
tarafından anlayış derinliği farkları ile yaşamasına yol açan millî
kültür farklarıdır.”
“İkinci kanıtımız, Kur'ân'da ve hadislerde çeşitli İslâm milletleri
arasında dahi, rahmaniyette kalanlarla daha içe, daha yakına (daha
rahimiyete) geçebilme şerefine nail olanların ayırt ediş
keyfiyeti, İslâm'da milliyet farklarının kabul edildiğini gösteren açık
bir kanıttır ve bu kanıt, Türk milletinin daha fazla rahmiyette olduğunu
bize göstermektedir. Gerçi İslâm'da kavmiyet davası gütmek, kan
üstünlüğü iddiasında bulunmak yasaklanmıştır. Fakat kavmiyet realitesi,
kültür üstünlüğü olarak kabul edilmiştir. El Maide Sûresinin 54.
âyetinde şöyle bir ifade yer alır: Ey inananlar, sizden kim dininden
dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum (kavim) getirecek ki,
(O) onları sever, onlar da O'nu severler. Mü'minlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad
ederler, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Ey inananlar
hitabı, Arap kavminin inananlarına yapıldığı için, söz konusu edilen
kavim, Arap kavmi değildir.”
“Bu âyette söz konusu edilen husus, her şeyden önce ayrı ayrı Müslüman
milletlerin İslâm kültürünü hazmedebilme hususunda birbirleriyle aynı
durumda olmadıklarıdır. Şu halde ümmet kavramının bütün İslâm
milletlerini aynı idrakle bütünleştiremeyeceği, bu idraki
daha derinden hisseden milletlerin diğer İslâm milletlerinden daha fazla
rahmiyete (Allah'ın daha fazla yakınlığına) mazhar edilecekleri hususu
âyetle belirtilmiştir. Âyet, çeşitli zamanlarda daima tek bir milletin
bu en yüce seviyeye lâyık olacağını belirtmekte ve bunun
şartlarını şu şekilde sıralamaktadır:”
“Mü'minlere karşı alçak gönüllü olmak, kâfirlere (yani Tevhit ehli
olmayanlara) karşı onurlu ve şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek
ve hiç bir kınayıcının kınamasından korkmamak.”
“Bu şartları bir zamanlar Arap milleti yerine getirebildi. Fakat
sonradan bu şeref Türklere geçti. ..... Çünkü Hz. Peygamberden sonraki
yüzyıllarda Araplar İslâmiyet'i Vehhabilik gibi sırf fark idrakine
dayalı bir ideoloji ile yozlaştırmışlardır. Gerçi Türklerin sırf cem
idraki ile yüklü olmaları da hatalıydı. Türkler İslâmiyet uğruna
milliyetlerini dahi yok sayacak ve kendilerini feda edecek kadar ileri
gitmişlerdir. El-Maide Sûresinin 54. âyetinde Allah onları sever
ifadesinin yer alması bundan ileri gelmiştir. Gerçi Allah'ın istediği,
en doğru İslâmî anlayış fark+cem anlayışıdır. Tıpkı bir yârin,
sevgilisinden, hem kendini feda edecek kadar ona bağlı olmasını (yani
cem idrakini) hem de hayatta kalıp ona hizmet etmek üzere kendi
varlığına sahip çıkmasını (yani fark idrakini) talep etmesi gibi, Allah
da mü'minlerden fark+cem idrakini ister. Fakat canını feda edecek kadar
kendini yâr'e adayışını da sever, çok sever.”
İSLÂMİYET ÜMMET BİRLİĞİNİ EMREDİYOR MU?
Aslında bu kadarı yeter ama biz gene de, bu konuda ulu ve yüce Allah ne buyuruyor, ona da
bakalım... Çünkü falanın ya da filanın ne dediği değil, ulu ve yüce Allah'ın ne buyurduğu önemlidir...
Ulu ve yüce Allah Bakara Sûresi, 213. âyetinde meâlen şöyle buyuyor:
“İnsanlar bir tek ümmetti ..... aralarındaki ihtiras yüzünden onda
ayrılığa düştüler. Allah insanları ayrılığa düştükleri gerçeğe, kendi
izni ile eriştirdi.”
Ulu ve yüce Allah Yunus Sûresi, 19. âyetinde de şöyle buyuruyor:
“İnsanlar bir tek ümmet idiler. Sonra ayrılığa düştüler. Şayet Rabbin
daha önceden bir söz vermemiş olsaydı, aralarında ihtilâfa düştükleri
şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu.”
Ulu ve yüce Allah Hud Sûresi, 118. âyetinde de meâlen şöyle
buyurmaktadır: “Eğer Rabbin isteseydi, insanları tek bir millet
yapardı.”
Ulu ve yüce Allah Nahl Sûresi, 93. âyetinde meâlen şöyle buyuruyor:
“Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini
saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka
sorumlu tutulacaksınız.”
Ulu ve yüce Allah Maide Sûresi, 48. âyette de şöyle buyuruyor: “Allah
dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve
şeraitler de) sizi denemek için (böyle yaptı) öyleyse iyi işlerde
birbirinizle yarışın.”
Ulu ve yüce Allah Yusuf Sûresi, 118. âyette ise şöyle buyuruyor: “Rabbin
dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar
ihtilâfa düşmeye devam edecekler.”
Bu âyet-i kerimeler ile, nasılsa konu vuzuha kavuştu diyerek, burada
zikretmeye lüzum görmediğimiz, daha bir çok âyet-i kerimelerde açıkça
görülüyor ki, ulu ve yüce Allah siyasî ümmetçilik fikrini insanların
önüne bir gaye ve hedef olarak koymuyor... Aksine İslâm
ümmetini teşkil eden Müslüman milletleri iyi işlerde yarışmaya dâvet
ediyor... Hal böyle iken, “İslâmiyet ümmet birliğini gerçekleştirmeye
çalışır, millet birliğine ise karşıdır” demek ne kadar İslâmî'dir ?
Bu konuda, Ülkücü Hareket'in büyük âlimi merhum Prof. Dr. Erol GÜNGÖR
şöyle diyor: “İslâm doktrininde hiçbir zaman tek devlet fikri (tek
devlete ilk rakiplerin çıktığı son Abbasi saltanatı dönemi hariç)
işlenmemiştir. İslâm’ın esas gayesi hep Allah'ın emirlerine uygun ve
kulların haklarına riayetkâr bir devlet nizamının esaslarını göstermek
olmuştur; bu esaslara uymak suretiyle din açısından herhangi bir İslâm
devletiyle öbürü arasında fark gözetilmez. Ancak İslâm devletlerinin
birbirleriyle olan münasebetleri de, Müslümanların münasebetleri gibi,
şeriate uygun olmak zorundadır. (Osmanlılar Karaman Beyliği üzerine
sefer açabilmek için İslâm âlimlerinden fetva almakta büyük güçlük
çekmişlerdi, çünkü bir İslâm devletinin öbürü üzerine savaş açması dine
aykırı görünüyordu.) Bunun dışında Müslümanların bir tek siyasî bayrak
altında toplanmaları dinin bir emri olmadığı gibi -elbette bunun aksine
hüküm de yoktur-, doktrinde bu konu ciddiye alınarak işlenmiş de
değildir.”
Pekiyi, İslâmiyet Turancılık'a karşı mıdır? Hayır! Karşı değildir...
Karşı olmadığı gibi, Turancılık, aksine İslâmiyet'in emridir... Hoppala,
bu da nerden çıktı? Hiç bir yerden çıkmadı. Zaten, Kur'ân-ı Kerim'de
vardı. Ama, bazıları görmek istemediği için, göremiyordu. Bunları,
inşallah, az sonra, biz göstereceğiz.
TURANCILIK NEDİR?
Ancak, Turancılık nedir? Önce, mümkün olunabildiği kadar, kısa olarak,
bu suali cevaplandırmaya çalışalım. Sonra da, İslâmiyet'in Turancılık
konusundaki emirlerini göstermeye gayret edelim.
Turancılık nedir?
Turan, eskiden İranlıların Türkistan'a verdikleri addır. Türk Yurdu
manâsına gelen Turan, İran kelimesinin zıddıdır. Mecâzen, Türklerin
yeryüzünde yaşadıkları bütün ülkelerin toplamı, yani birleşik tek ve
büyük Türk vatanı demektir. Bu anlamda, vatanla birlikte yeryüzündeki
Türk soyundan gelen insanların birliğini ve bütünlüğünü ifade eder.
Türklerin, dünya çapında, böyle bir vatan ve millet birliği ülküsüne
Turancılık denilmiştir ki, Ziya GÖKALP bunu Türkçülüğün Esasları isimli
kitabında, Türkçülüğün uzak ideali olarak ifade eder. Uzak idealler için
gerçekleşip gerçekleşmeme şartının aranmayacağını, onun “ruhlardaki
vecdi sonsuz bir dereceye yükseltmek için ulaşılmak istenilen çok
câzibeli bir hayal” olduğunu belirtir. “100 milyon Türkün bir millet
halinde birleşmesi Türkçüler için en kuvvetli bir vecd kaynağıdır. Turan
mefküresi olmasaydı, Türkçülük bu kadar süratle
yayılmayacaktı. Bununla beraber, kim bilir, belki gelecekte Turan
mefküresinin gerçekleşmesi de mümkün olacaktır. Mefküre geleceğin
yaradıcısıdır. Dün Türkler için hayali bir mefküre halinde bulunan millî
devlet, bugün Türkiye'de gerçek halini almıştır” dedikten sonra da,
Türkçülüğü şöylece derecelere ayırır: “O halde Türkçülüğü, mefküresinin
büyüklüğü noktasından üç dereceye ayırabiliriz: 1- Türkiyecilik, 2-
Oğuzculuk yahut Türkmencilik, 3- Turancılık. Bugün gerçeklik sahasında
yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat, ruhların büyük bir özleyişle aradığı
Kızıl Elma, gerçeklik sahasında değil, hayal sahasındadır.”
Bunlar, Ziya GÖKALP'in 1923 yılındaki fikirleridir. Ancak, Türk Birliği
ya da Turancılık Fikri bir ilim, fikir ve edebiyât hareketi olarak,
1860'larda ortaya atılmıştı. Ve, bu fikre, yurt içinden ve Türk
Dünyası'nın başka yerlerinden birçok milliyetçi önderler, çeşitli derece
ve şekillerde katkılarda bulunmuşlardı. Fakat, bizim teferruat
vermemize gerek yok... O sebeple biz, konuyu, Ülkücü Hareket'in merhum
Başbuğ'u Alparslan TÜRKEŞ'i izleyerek, özetlemekle iktifa edeceğiz.
Ancak, önce Cemal KUTAY'ın bize orijinal gelen bir görüşünü kısaca ifade
etmek istiyoruz. Cemal KUTAY; Teşkilât-ı Mahsusa (MİT'in Osmanlıdaki
atası) Devlet'in tehlikede olduğunu görünce, Devlet-i Aliye'yi kurtarmak
için fikir üretmeye başladı. Osmanlıcılık da, İslâmcılık da, Türkçülük
de Teşkilât-ı Mahsusa'nın ortaya attığı ve bir takım yazar-düşünür ile
beslediği fikirlerdir. Her bir fikir, Teşkilât-ı Mahsusa'da bir masa ile
temsil edilirdi. Meselâ Türkçülük
masasında Ziya GÖKALP, İslâmcılık masasında ise Mehmet Akif ERSOY ile
Said NURSİ çalışmışlardır, diyor... Başka bir kitabında ise, Kuzey
Afrika'daki Arap kabileleri, İtalyanlara karşı teşkilâtlandırmak için,
Teşkilât-ı Mahsusa adına askerî teşkilâtlandırıcı olarak Enver PAŞA ile
Mustafa KEMAL, nasihatçi olarak da Mehmet AKİF ve Said NURSİ birlikte
çalışmışlardır, diye yazıyor. Bunlar olabilir mi? Olabilir. Çünkü,
fikirlerin ortaya çıkışı ile Osmanlı'nın çöküşü arasında zaten bir
paralellik var. Ayrıca, fikirler birileri sanki bir düğmeye basmış gibi,
peş peşe zuhur ediyorlar. Ne ise...
TURANCILIK NEDEN DOĞDU?
“Turancılık Fikri” hangi sebep ve sâikler altında ortaya çıkmıştır?
Bu sualin cevabı biraz tartışmalıdır... Bazılarına göre, Turancılık,
batıcılığa bir tepki olarak doğmuştur... Ancak, bu görüşün hakikatle bir
ilgisi yoktur. Çünkü Türkçülük-Turancılık başlangıcından itibaren
aydınların öncelikle ve daima bir ilim, fikir, edebiyât ve sanat
hareketi olarak gelişmiştir. Siyaset sonradır ve siyasetle birlikte diğer faaliyetler her zaman için vardır.
Bazı kimseler de, Türkçülük-Turancılık hareketinin Panislavizm'e bir
tepki olarak doğduğunu söylemektedirler... Bu görüşte, büyük bir
gerçeklik payı vardır. Çünkü Türklüğün büyük bir bölümü 18. yy.dan
itibaren Rus Çarlığı'nca yutulmuş bulunuyordu. En azından bu Türkler
istiklâllerini Ruslar'a karşı kazanmak durumunda idiler. Ayrıca, Doğu
Türklüğünü zulmü altına almış olan Panislavizmin Batı'da da en büyük
hedefi Osmanlı idi... Türkiye'nin modernleşme ve güçlenme çabalarını,
sabote eden, boşa çıkartan başlıca belâ merkezi de Rusya idi. Balkanlı
milletlerin bize isyanında da Rus parmağı daima mevcud olmuştur.
Batı Türkleri arasında millî şuurun gelişmesinde Rus harblerinin
doğurduğu acıların, bu harblerde gösterilen kahramanlıkların, çekilen
ıstırapların, ağır toprak kayıplarının büyük rolü vardır... Bu bakımdan
elbette Türk Milliyetçiliğinin uyanmasında, Moskof faktörü mühim bir
âmil olmuştur. Panislavizm nasıl, yeryüzünde Türk varlık ve hâkimiyetine
son vermek istiyor idiyse, Türkçülük de Rusya'nın yıkılıp paramparça
olmasını istiyordu...
Osmanlı Türkleri için Türkçülük-Turancılık akımının kendi iç
şartlarımızdan doğan ve dış şartlarla birleşen başka sebepleri de vardı.
Meselâ her gün biraz daha çöküntüye doğru giden Devlet-i Aliye için
kurtarıcı formüller aranıyordu.
Tanzimat'tan sonra ileri sürülen başlıca görüş, Tanzimat'ın esas ve
temel ideolojisi olan Osmanlıcılık idi. Her şeyden evvel devletin o
günkü sınırlarını korumak ve devam ettirmek arzusundan doğan bu görüşün
esası, devlet birliği fikri çevresinde bütün Osmanlı tebâsını
birleştirmekti. Devletin kurucusu ve sahibi olarak bu görüşü, herkesten
önce ve büyük bir samimiyetle Türkler benimsedi. Bu tabii idi, ancak
başka da kimse benimsemedi. Dolayısı ile pratik hiçbir sonuç doğuramadan
yok oldu, gitti.
Osmanlıcılık’ın yanı sıra ve özellikle 1908'den sonra ortaya atılan
görüşlerden biri de siyasî manâda İslâmcılık=İslâm Birliği fikri idi.
Bunun esası da, Müslüman olmayanlar ayrılsa bile, hiç olmazsa Müslüman
Osmanlıların birliğini korumaktı. Zaten devletin hukukî yapısı içinde,
Müslüman olan diğer kavimlerle Türkler arasında hiçbir ayrılık gayrılık
yoktu, hepsi eşitti. Böyle bir birlik sağlanabildiği takdirde Osmanlı
yine büyük bir devlet olarak kalabilirdi. Ama ne yazık ki, bu görüş de,
ne kadar akla yakın görünürse görünsün, gerçekçi bir fikir değildi.
Çünkü milliyetçilik ateşi ile tutuşan yalnız Hıristiyanlar değil, aynı
zamanda Müslüman
Osmanlılardı. Belli idi ki, bu görüş de, umulan sonucu vermeyecekti. Nitekim vermedi.
Aydınlar birbirine zıd duygular içinde bunalmış, karamsar, çaresiz ve
ümidsiz bir ruh hali içine düşmüşlerdi. Bunlar asırlardan beri büyük
devletler kurmuş bir milletin aydınları idi. Tarih boyunca sahip
oldukları en büyük, en devamlı devletin çöküşünü görüyorlardı. Ama yine
büyük bir devlet halinde devam etmek istiyorlardı. Başka türlü
düşünmeleri âdeta imkânsızdı. Hiç kimse küçülmeğe, azalmağa razı olmaz,
bu, insanın yapısında yoktur. Öyle ise, bu şartlara, bu psikolojiye
uygun kurtarıcı bir fikir lâzımdı.
Öyle bir fikir ki, çağın milliyetçilik yönünde gelişen akışına ve Türk
tarihinin büyüklüğüne uygun olsun. 2500 yıldır büyük devletler halinde
yaşamış bir milletin çocuklarının, gene aynı büyüklükle devam etme
arzularını tatmin etsin. Yaralanan millî gururu tedavi etsin.
Yıkılmağa yüz tutan devletimizin kayıplarını telâfi etsin. Ümitsizlik ve
karamsarlıkla bunalmış gönüllere ümid ve heyecan aşılasın. İşte
beklenen kurtarıcı fikir, işaret edilen bütün bu unsurları içinde
taşıyarak, Türkçülük ve onun o zamanki siyasî ülküsü olan Turancılık
şeklinde ortaya çıktı.
Bu görüşün esası şudur: Dinleri, dilleri, soyları, kültürleri, bir olan,
dünyanın her tarafındaki Türkler, bir bayrak altında ve bir devlet
halinde birleşmelidir. Balkanlar'dan Büyük Okyanus'a, Rusya ortalarından
Arabistan'a, Sibirya'dan Hindistan'a kadar uzanan, sonsuz
alanda, bir tek din'e inanan, tek bir dil konuşan, yekpâre bir kültürde
birleşmiş dev bir kitleye dayanan muazzam bir devlet hayali... İşte
Turan! Ama önce, esir Türkleri hürriyet ve istiklâllerine kavuşturmak
lâzım... Olsun. O da, bir şekilde yapılır!
Üstelik, Türkçülük - Turancılık sosyal ve kültürel programı bakımından
İslâmcılık ve Muasırlaşma akımları ile de uyuşan bir sentezi ifade
ediyordu. Ziya GÜKALP'in Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak tezi de
bu sentez fikrinin ifadesi idi. Bundan başka, bütün Türklerin Müslüman
oluşu da siyasî bakımdan İslâm Birliği fikri ile Turancılık arasında bir
intibak noktası idi. Çünkü, Türkçülerin Turan diye ilgilendiği
ülkelerle, İslâmcılar, İslâm diyarı olarak ilgili idiler.
Ziya GÖKALP'in Turan manzumesi tam da bu sırada yayınlandı ve beklenen bir idealin ilk kıvılcımı oldu.
Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!
TURANCILIK HAYAL MİYDİ?
Turancılık, gerçekçi mi idi? Sosyal ve kültürel programı ile evet!
Türkiye, I. Dünya Harbi'nde ve hatta Millî Mücadele'de bu idealin
kanatlandırdığı millî şuurla dövüşmüştür. I. Dünya Harbi sonuna kadar da
milliyetçi olan bütün aydınlar çok tabii olarak Turancı idi. Ancak,
harbin bilinen neticeleri, önceden rasyonel görünen Turancılık'ı siyasî
hedefleri bakımından hayal sahasına itmiştir. Osmanlı Devleti çöktükten,
Batı Türklüğü yurdunda bir varlık-yokluk savaşına mecbur kaldıktan
sonra Turan'a ulaşılması mümkün değildi, nitekim olmadı. Öteki Türk
illeri ve boyları ise, kendi başlarına devamlı bir siyasî netice
istihsal edebilecek güç, seviye ve imkâna sahip değillerdi.
Son imkânlarını kullanarak Millî Mücadele'yi zafere ulaştıran
Türkiye'nin ise, değil Turan'a gitmek, bir adım daha atmak için bile
gücü kalmamıştı. Öyle ki, Hatay, Musul, Batı Trakya gibi Misâk-ı
Millî'ye dahil öz topraklarını bile dışarıda bırakmak pahasına bir an
önce emperyalisti yurttan atarak harbi bitirmek mecburiyetinde idi.
Muhtevası ve tatbikatı tartışılabilir olmakla birlikte, prensip olarak
Atatürk devrinde hâkim siyaset milliyetçilik idi. Bunu kimse inkâr
edemez. Ancak, Atatürk gerçekçi bir asker ve siyaset adamı idi.
Devletin, Türkiye'nin istiklâlini muhafaza etmekten daha aziz başka bir
gayesi olamazdı. Esasen artık, halâ Turan'a doğru siyasî ve askerî
harekât isteyen herhangi bir milliyetçi aydın da kalmış değildi.
Bu durumda, Türkiye Türklerinin, Osmanlı Devleti bakiyesi olarak
kalanlar da dahil Dış Türkler ile ilgisi, onlar için iyilik temennisinde
bulunmak, milletdaş olduğumuzun şuurunu taşımak, kültür birliğimizi
muhafaza etmek ve mümkün olan ölçüde kültür alışverişinde
bulunmaktan ibaret olabilirdi, öyle de oldu.
Atatürk'ün ölümünden sonra, Türkiye'de, hümanist ve bir anlamda
sosyalist bir eğitim ve kültür politikası ağırlık kazanmaya başladı.
Milliyetçilik resmiyette devam etmekle birlikte, uygulamada göz ardı
edildi, hatta horlandı. Bunda, 2. Dünya Harbi'nin kaderinin Faşist-
Nazist cephenin aleyhine dönmesinin de tesiri olduğu muhakkaktır. Fakat,
neden ve niçin oldu ise oldu... Netice olarak, İsmet İNÖNÜ zamanında,
1944 yılında başta H. Nihal ATSIZ ve Alparslan TÜRKEŞ olmak üzere Türkçü
ve Turancılar'ın ileri gelenlerinin hepsi tutuklandılar. Meşhûr 3 Mayıs
1944 Olayı.
Halbuki, T.C. Devleti kanunlarında Türkçülük - Turancılık diye bir suç
mevcut değildi. O sebeple, Türkçü ve Turancılar mevcut anayasa rejimini
yıkmak üzere gizli cemiyet kurmakla, Almanlar ile işbirliği yapmakla
suçlandılar. Ama bu iddiaların da gerçekle bir ilgisi yoktu.
Neticede suçlananların hepsi beraat ettiler. Bunlar, zaten herkesçe bilinen şeyler...
Günümüzde de Türk Milliyetçileri'nin tamamına yakın çoğunluğu, aynı
zamanda da tabii olarak Turancıdırlar. Bu Turancılık’ın manâsı ve
muhtevası da, Türk Milleti kavram ve gerçeğini herhangi bir siyasî
sınırla sınırlanmış görmeden, yeryüzünün her tarafında yaşayan Türkleri
aynı milletin parçaları olan sosyolojik ve kültürel bir bütün kabul
etmek, Türklüğün din, dil ve kültür birliğini mümkün olduğu kadar
muhafaza etmek ve geliştirmek, bütün Türklük hakkında iyi temennilerde
bulunmak, esir Türklere hürriyet ve istiklâl kazandırmak için fikren ve
fiilen çalışmak, bu mümkün değil ise, insan haklarına uygun şartlarda
bulunmalarını istemek ve eğer mümkün olursa müstakil Türk Devletleri'ni
bir Türk Halkları Konfederasyonu şeklinde birleştirmek, olarak
özetlenebilir. Bu mahiyetiyle, günümüz Turancılık'ı, tarihî, sosyal ve
kültürel gerçeklere ve 21. yüzyılın insanlık ideallerine, B.M. Anayasası
ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ne uygun bir düşünce ve tutumdur.
Görülüyor ki günümüzde artık Turancılık’ın yakın siyasî bir hedefi ve
aksiyonu vardır. Ve, bu, Türk Halkları'nın müstakil devletler halinde
birbirleriyle münasebette bulunmaları ve mümkün ise bir Türk Halkları
Konfederasyonu kurmalarıdır... Doğrusu, bağımsız beş Türk
Cumhuriyeti, yani Azerbaycan Cumhuriyeti, Kazakistan Cumhuriyeti,
Kırgızistan Cumhuriyeti, Özbekistan Cumhuriyeti ve Türkmenistan
Cumhuriyeti kurulup, B. M. Teşkilâtı tarafından kabul edilinceye kadar
biz Türkiyeli Turancılar, Türk Birliği meselesine, tek millet ve tek
devlet olarak bakıyor idik... Ancak şimdi, bu Türk devletlerinin
kurulup, bağımsızlıklarını dünyaya kabul ettirmelerinde, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ve Türkiyeli Turancılar olarak hemen hemen direkt
hiçbir katkımız olmadığı için, konuya artık Türk Halkları Konfederasyonu
olarak bakmak durumundayız.
İşte bu, Türk Halkları Konfederasyonu kurulursa ki, inşaallah, bir gün
muhakkak kurulacaktır, mutlaka şu esasa dayanmalıdır: Konfederasyon'un
yetki ve otoritesi, millî devletlerin millî hâkimiyet, yani milli
hükümranlık (Souverainete nationale) hakkı ile tahdit olunmalıdır. Bu
esas konfederal hukukun, en önemli ilkesi sayılmalıdır.
Burada akla hemen mühim bir soru geliyor: Millî devletlerin
hâkimiyetleri bâki kalırsa, konfederal devletin yetkisi ne olacaktır? Bu
sorunun cevabı şudur: Konfederal devletin yetkisi, konfederal devletin
anayasasında, (yani konfederasyon şeklinde birleşen millî
devletlerin kendi aralarında imzaladıkları anlaşmada) millî devletlere
ait olup da, konfederal devlete bırakılmış ve açık olarak sayılmış
belirli ve sınırlı hakların kullanımı yetkisidir.
Peki, millî devletler hâkimiyet haklarını kullanmak yetkisini, hangi
sahalarda konfederal devlete bırakmalıdırlar? Bu sorunun cevabı
konfederal devletin yani “Türk Halkları Konfederasyonu”nun
kurulmasındaki esas gayeden çıkar. Konfederal devletin yetkileri bu
esas gayeye göre belirlenir. Gerisi teferruattır ve günü gelince
yetkililer tarafından düşünülür, en uygunu bulunur, tatbik edilir.
Bütün bu yazdıklarımızın özü şu ki, Türklüğün hür, bağımsız, mesut ve
müreffeh olmasını, Türk kültürünün dünyanın her tarafında korunup,
muhafaza edilmesini ve geliştirilmesini istemek ve mümkün olursa
müstakil Türk Devletlerinin bir konfederasyon şeklinde birleşmelerini
arzu etmek, şeklindeki Turancılık'ın Türkiye sevgisi ile de İslâmiyet ve
İslâmiyet'in meşrû ümmet birliği fikri ile de çelişen bir tarafı
yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bunu, hüsn-ü niyet sahibi olan
herkes zaten bilir!
İSLÂMİYET'İN TURANCILIK HAKKINDAKİ HÜKMÜ NEDİR?
Bu, hayli uzun, Turancılık özetinden sonra, konuya kaldığımız yerden
devam edelim ve İslâmiyet'in “Turancılık Meselesi” hakkındaki hükümleri
ile emirlerini ortaya koymaya çalışalım.
Ulu ve yüce Allah Bakara Sûresi, 84. 85. ve 86. âyetlerinde bakın ne buyuruyor:
“(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi
yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair, sizden söz almıştık. Her şeyi
görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.”
“Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi
öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve
düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları
yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de)
size esirler olarak geldiklerinde, fidye verip, onları kurtarıyorsunuz.
Yoksa siz, Kitab'ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı
ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, dünya hayatında
rüsvaylık; kıyamet gününde ise, en şiddetli azaba itilmektir. Allah,
sizin yapmakta olduklarınızdan, asla gâfil değildir.”
“İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu
yüzden, ne azapları hafifletilecek, ne de kendilerine yardım
edilecektir.”
Âyet meâlleri açık ve net olarak, insan topluluklarını hem öldürmenin,
hem de yurtlarından çıkarmanın, ulu ve yüce Allah tarafından kesin
olarak yasaklandığını; bu yasağa rağmen bu işleri yapanların, hem bu
dünyada hem de öte dünyada ulu ve yüce Allah tarafından şiddetle
cezalandırılacaklarını, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir şekilde
ortaya sermektedir.
Bir de gene, Bakara sûresinin 191. âyetinin meâlini okuyalım: “Onları
nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den,
yurdunuzdan) çıkarın.”
Bu âyet-i kerime'yi, Hak Dini Kur'ân Dili isimli büyük tefsir kitabında
merhum Elmalılı Hamdi YAZIR şöyle tefsir ediyor: “Ve onları nerede
yakalarsanız öldürün, hallû haram demeyin, onlar taarruz etsin diye
beklemeyin, böyle yapın ve sizi çıkardıkları yerden, yani
Mekke'den onları çıkarın, vatanınızı onların elinden kurtarın.”
İsmi gerekmez bazı kimselere, soruyoruz; Bakara Sûresinin bu 191. âyet-i
kerimesi, Turancılık'ı emir mi ediyor, yoksa yasaklıyor mu? Siz ne
derseniz deyin... Biz iddia ediyoruz ki, bu âyet bütün Türklere
Turancılık'ı emretmektedir! Çünkü İslâmiyet'in özel bir olay için
ortaya çıkan hükümleri bile genele şamildir... Öyleyse, bu âyetin
Mekke'nin Müslümanlar tarafından kurtarılmasını emreden hükmü de, bütün
insanlığı şamil bir hükümdür... Ve, ulu ve yüce Allah bu âyeti ile bütün
Türklere Turancı olmayı, yani başta anavatan olmak üzere esir
Türk ellerini düşman elinden kurtarmayı emretmektedir!
Aksi halde, ulu ve yüce Allah Arap Milletine başka, Türk Milletine
başka, bir standart uygulamış olur ki, ulu ve yüce Allah çifte standart
uygulamaktan münezzehtir... Ey! İsmi gerekmez kimseler, yoksa siz ulu ve
yüce Allah çifte standart uyguluyor mu, demek istiyorsunuz? Hâşâ, hâşâ
sümme hâşâ! Öyle ise: İslâmiyet Turancılık'ı yasaklamıyor... İslâmiyet,
aksine, bütün Türklere Turancı olmayı, Turancılık yapmayı emrediyor!..
Bir de, Kasas Sûresinin 85. âyetini okuyalım. Âyet meâli aynen şöyledir:
“Kur'ân-ı sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere
döndürecektir.”
Burada, dönülecek yer kavramı iki anlam taşımaktadır: Birincisi, ulu ve
yüce Allah'tan geldiğimizi ve O'na döneceğimizi bildiren ve başka
âyetlerde de ifade edilen hususa aynen işaret eden anlamdır. Âyetin
ikinci manâsı ise, Hz. Peygamber'in zulme uğratılarak çıkarıldığı kendi
yurduna yani Mekke şehrine (muzaffer bir şekilde) döndürüleceği
müjdesidir.
Aynı müjde Turan Elleri'ni de neden kapsamasın? Nitekim, kapsadığı bütün
dünya tarafından görülmüştür! Turan Elleri'nde bugün, çok şükür
müstakil ve bağımsız beş Türk Cumhuriyeti vardır!
Bir de, Nisâ Suresi, 75. âyetinin meâlini okuyalım. Ulu ve yüce Allah
şöyle buyuruyor: “Size ne oldu da ‘Allah yolunda ve Rabbimiz! Bizi,
halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder,
bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve
çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”
Mekke'nin fethinden önce orada kalıp Medine'ye göç edemeyen Müslümanlar
zalim, müşrik Mekkelilerden büyük işkenceler görmüş, cefâlar çekmiş ve
ulu ve yüce Allah'a iltica ederek O'ndan yardımcı göndermesini
dilemişlerdi. Âyet buna işaret etmekle beraber, dünyanın
neresinde olursa olsun, zulüm ve haksızlığa uğramış çaresizlere,
Müslümanların yardım etmelerini ve gerekirse onların uğrunda
savaşmalarını istemektedir. Bu meselenin bir yönü ki, bu bile bizim
Turancı olmamız için yeter! Diğer yönü ise şu: Biz Türkiyeli Türkler
Anavatan'dan Anadolu'ya göç ettikten sonra, Anavatan'da kalan
milletdaşlarımızın bir kısmı Rus, bir kısmı ise Çin emperyalizminin
boyunduruğu altına düşmüşler, zulüm ve baskıya uğramışlardır. Bu, doğru
mu? Doğru! Rus ve Çin emperyalizmine maruz kalan bu Türklerin hemen
hemen tamamı Müslüman mı? Müslüman! Öyle ise, bu âyet'in hükmü burada ve
bu olay içinde geçerli olmaz mı? Olur! Bu, Turancı olmayı bize, ulu ve
yüce Allah emrediyor, anlamına gelmez mi? Gelir!
Son olarak, bir de, Nahl Sûresi, 90. âyetinin meâline bakalım. Ulu ve
yüce Allah bu âyette, meâlen şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki Allah,
adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık
ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt
veriyor.”
Biz, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri, bu âyetten şunları
anlıyoruz: Ulu ve yüce Allah bu âyette dünya nizamını sağlayan üç esası
emrediyor; buna karşılık üç çirkin davranışı da yasaklıyor. Emrettiği
esaslar: Adalet, ihsan ve akrabaya yardımdır. Yasakladıkları
ise: Fuhuş, münker ve zulümdür.
Adalet: Her şeyi tam olarak yerine getirmek, herkesin hakkını vermek ve
ölçülü davranmak demektir. İhsan: İyilik etmek, hayır yapmak, bağışta
bulunmak ve emredilen şeyi gerektiği gibi yerine getirmek demektir.
İbadette ihsan; ulu ve yüce Allah'ı görür gibi ibadet etmektir. Akrabaya
yardım: Uzak ve yakın akrabaya iyilik etmek, ihtiyaçlarını karşılamak
ve onlara karşı iyi davranmak demektir.
Fahşâ: Yalan, iftira ve zina gibi söz veya fiille işlenen günah ve
çirkinliklerdir. Münker: Şeriat ve aklıselimin beğenmeyip fena kabul
ettiği iş ve davranış demektir. Bağy: İnsanlara karşı üstünlük iddia
edip onları, zulüm ve baskı altında yaşatmak demektir.
Bu âyetteki bir emir ile bir yasak konumuz ile direkt olarak ilgilidir
ve tezimizi ispat için kullanacağımız delilleri ihtiva etmektedir...
Emir, akrabaya yardımdır. Yasak ise, zulüm (bağy) dur. İkisini
birleştirerek şöyle demek, lâzımdır ve de mümkündür: Ulu ve yüce Allah
uzak ve yakın akrabalarımız olan milletdaşlarımıza, Onların zulümden
kurtulmalarına (hürriyet ve istiklâllerine kavuşmalarına) maddî ve
manevî destekler sağlayarak, yardımcı olmamızı emretmektedir. Bu, işte
bu, Türk Milleti açısından, Turancılık'tır! Bir itirazı olan
var mı? Yok! Olamaz! Çünkü, ulu ve yüce Allah, en-Nisâ Sûresi, 1. âyet
de, meâlen şöyle buyurmaktadır: “...Allah'tan ve akrabalık haklarına
riayetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde
gözetleyicidir.”
İşte, konu ile ilgili, iki de örnek hadis-i şerif...
“Peygamber Efendimiz buyuruyor: Yahudi ve Nasarayı (Hıristiyanları) Arap
Yarımadası'ndan mutlaka çıkaracağım. Orada Müslümanlardan başka kimseyi
bırakmayacağız.” (Müslim, Tirmizi, Ebu Davut)
“Peygamber Efendimiz son anında üç şey vasiyet etti: (Birincisi)
müşrikleri Cezire't'ül Arab'dan (Arap Yarımadası'ndan) çıkarınız.”
(Buhari, Müslim, Tirmizi)
Bu mübârek iki hadisten anlaşıldığına göre; Peygamber Efendimiz
sağlığında dininin, milletinin, vatanının ve devleti'nin selâmeti ve
bekâsı için, İslâm düşmanlarını Arap Yarımadasından, yani vatanından
çıkarmak için çok uğraşmış ama, bu gayesini gerçekleştirememiş. Ve, bu
amacını, yerine getirmeleri için, kendisinden sonra gelecek olan; genel
olarak bütün Müslümanlara, özel olarak da Arap Müslümanlara vasiyet
etmiştir.
Böyle olunca: İslâmiyet Turancılık'a neden ve nasıl karşı olsun?
Turancılık İslâmiyet'e nasıl aykırı olabilir? Ey!.. İsmi gerekmezler
zırvalamayı bırakın... İslâmiyet Turancılık'a karşı değildir. Karşı
olamaz! Karşı olmadığı gibi, Turancılık ulu ve yüce Allah'ın bütün
Müslüman Türklere kesin bir emridir!..
Ayrıca, istisna sayılabilecek çok küçük bir kısım Türk hariç tutulur
ise, dünyadaki bütün Türkler Müslümandır. Bunda hiç kimsenin şüphesi var
mı? Hayır, yok! Olamaz da, çünkü bu, ilme ve gerçeklere aykırı olur.
Öyle ise, Türk Birliği'ni gerçekleştirmek üzere yapılan her faaliyet
aynı zamanda da, dolaylı olarak İslâm Birliği'ni tahakkuk ettirmek üzere
yapılmış bir çalışma sayılmaz mı? Sayılır! Bunu inkâr etmek, nankörlük
sayılamaz mı? Elbette, sayılır! Öyle ise, bir bakıma İttihad-ı İslâm
demek olan, Turancılık İslâm Birliği'ne nasıl aykırı
olabilir ki? Tabii ki, olamaz!
Merhum Prof. Dr. Erol GÜNGÖR, şöyle diyor: “Türklerin hepsi de Müslüman
oldukları için, Türk Milliyetçiliği aynı zamanda bir İslâmî hareket
halinde gelişmiş, İslâmcılar -İmparatorluğun dağılma yılları hariç- bu
harekete hiçbir zaman doğrudan cephe almamışlardır.”
“Türkçüler Türk birliğinin bir bakıma İslâm Birliği demek olduğunu
düşünüyorlar, veya hiç değilse Türkçülük fikrinin İslâm dayanışması
konusundaki kuvvetli duygulara aykırı düşmesinden kaçınıyorlardı.”
“İslâm âleminde İslâm Birliği cereyanı ile milliyetçilik hareketleri
aynı zamana rastlar. ..... Her iki hareket bu başlangıç yıllarında
Batı'ya bir tepki olarak ortaya çıktığı için,
milliyetçilikle İttihad-ı İslâm fikri ..... birbiriyle çatışmadan,
hatta bazen birbirini destekleyecek şekilde cereyan ettiği
görülmektedir.”
“Türkiye'de İslâmcı görüş esas itibariyle milliyetçilik patenti altında
işlenmektedir, yani milliyetçilikle İslâmcılık birbiri içine girmiştir.”
Bölümü, Ülkücü Hareket'in merhum Başbuğu, Alparslan TÜRKEŞ'in sözleri
ile bitirelim: “Türk Birliği ülküsü, yeryüzündeki bütün Türklerin bir
millet ve bir devlet halinde, bir bayrak altında toplanması ülküsüdür.
Bunun tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta imkânsız gibi görünebilir.
Birçok kimseler bunu zararlı bir hayal (ütopi) olarak da
vasıflandırabilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her hakikat önce bir
hayal ile başlar. Yine hatırlamak gerektir ki, 1919 yılında hür ve
müstakil bir Türkiye kurmak için Anadolu'da dünyanın galiplerine karşı
savaşa girişmek de çılgınlık ve hayal diye vasıflandırılmıştı. Fakat
inanmış ve kendilerini bir ülküye vermiş olanlar, yurdu kurtarmaya ve
müstakil bir Türkiye meydana getirmeye muvaffak oldular.”
“Türk Birliği de sistemli çalışmak, fırsat kollamak ve her şeyden önce
Türkiye'yi korumak ve yükseltmeye çalışmak suretiyle bir gün elbet
hakikat olacaktır.”
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder